22 Aralık 2011 Perşembe

Yoğun bir günün ardından "Relativity" by David Herbert Lawrence

Göreliliği ve kuantum teorilerini seviyorum
çünkü onları anlamıyorum
ve bende sanki boşluk, sağa sola kayıyormuş hissini uyandırıyorlar.
Tıpkı bir yerlere yerleşemeyen,
kıpırdamadan durmayı ve ölçülmeyi reddeden bir kuğu gibi.
Sanki atom sürekli fikir değiştiren,
fevri bir şeymiş gibi.

D.H.Lawrence


Şimdi bugün yaklaşık 12 saat kadar çalışıp gayet suratsız ve keyifsiz bir şekilde eve geldim. Sonrasında adetim olduğu üzere yüz numaradaki değerli vaktimi hacetimi giderirken bir yandan da birşeyler okuyarak değerlendirmekte idim. Ve yukarıda paylaşmış olduğum alıntı bir anda bi hayli gülmemi ve kendimi iyi hissetmemi sağladı. Çünkü D.H.Lawrence resmen kuantum hususundaki hislerime o mükemmel ifade yeteneği ile tercüman olmuştu. Bu da benim "Saatleri ayarlama enstitüsü"nü okumak yerine salyalar akıtarak uyuduğum bu akşamki iğrenç vapur yolculuğumun vicdan azabını daha çabuk atlatmama vesile oldu.

Merak edenler için orjinalinin;

I like relativity and quantum theories
because I don't understand them
and they make me feel as if space shifted about
like a swan that
can't settle,
refusing to sit still and be measured;
and as if the atom were an impulsive thing
always changing its mind. 


şeklinde olduğunu belirtmekte bir beis görmüyorum.

Biterken "Oasis - Whatever" çalmakta idi...

17 Aralık 2011 Cumartesi

Herşey sermaye için sevgilim!

Yaklaşık bir iki aydır sabırsızlıkla beklediğim Kesmeşeker'in son albümü "Doğdum Ben Memlekette"yi sonunda bugün itibariyle edinip dinlemiş bulunmaktayım. Hayır son bir haftadır resmen en son on dört on beş yaşında ergenken yaşadığım "çıkacak bir albümü sabırsızlıkla bekleme" tribine girmiştim resmen yirmi yedi yaşında.

Cenk Taner üstad ve Kesmeşeker zaten malum, beklentiler had safhada. Albüm kapağında da Galatasaray'da 1970-73 seneleri arasında üç şampiyonluk yaşamış, zamanında ; "Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide beklerdim. Antrenör ve idarecilerin oldugu tarafta oynamayı sevmiyorum. Kapalının önünde oynamamak için bir devre sağ açık, bir devre de sol açık oynardım." şeklinde beyanda bulunmuş ve Türkiye'de ilk futbolcu sendikasını kurmak için çabalamış eski futbolcu Metin Kurt'u görünce "Hass.ktir!" diyerekten suratıma koca bir tebessüm oturtmuş bulunmuş ve hatta; "bir albüm kapağında bunu yapsa yapsa Kesmeşeker yapar" demiştim.


Albümü titreyerek laptop'a koyuş ve şevk ile dinlemeye başlayış.

Kesmeşeker yine Kesmeşekerdi.

Özellikle; herşey sermaye için sevgilim, atlar dönmedi, Metin Kurt yalnızlığı ve doğdum ben memlekette şarkıları kafadan "durduk yerde adamın a.ına koyan şarkılar" olarak nitelendirilmeleri gerektiklerini belli etmiş bulunmaktalar.

Son olarak Cenk Taner'in "Metin Kurt yalnızlığı" şarkısındaki da ifade ettiği üzere;

"...sıcak bir bira
patlak bir sigara
metin kurt gibi yalnızız ceza sahasında
ne güzel,ne güzel...ne güzel,ne güzel..."


Biterken tabi ki de "Kesmeşeker - Atlar Dönmedi" çalmakta idi...
 

3 Aralık 2011 Cumartesi

Önyargı candır, canandır!

"Hass.ktirin lan oradan yavşak lavuklar sizi!" dedi Beşiktaş-Kadıköy vapurunda iç kısımda başka boş yer bulamadığı için yanlarına oturmak zorunda kaldığı sıfatsızların sohbetine kulak misafiri olunca. Birbirlerini pohpohlayarak ve muntazam bir tecrübeye sahipçesine sevmedikleri insanlardan çok aşağılık, önemsiz mahlukatlarmış gibi bahsederek sohbetlerini sürdüren ve iki adet geçkin ergen olduklarının farkında olmayan iki tiptiler.

"Bu i.neler kesin üniversitede okuyolardır ve okuldaki bilmemne kulübünde aktif olarak üyelik faaliyetinde bulunuyor, hatta ilerde kulüp başkanlığına oynamayı planladıkları için ufak ufak palazlanmaya başlamayı tasarlıyorlardır" şeklinde iç geçirerek çantasından sabah afyonu patlamadığı için tamamın okumaya muvaffak olamadağı Uykusuz'unu  çıkararak okumaya yeltendi.

Ama ne, okuyamıyordu. Az evvelki öngörüsünde haklı çıkmıştı. Dallamaların ikisi de Yıldız Tenik üniversitesinde mühendislik okumaktaydı ve fotoğraf kulübüne üye idiler. Bunu duyduğunda ilkokul yıllarında pikniğe giderken annesinin acıktığında yesin diye hazırladığı yiyeceklerin içerisinde mevcut, ancak tüm gün yüzüne bile bakmadığı halde dönüş yolunda gayet fuzuli yere soğuk ve sarısı morarmış olduğu halde iken tükettiği haşlanmış yumurta halihazırda ağzında imiş gibi yüzünü buruşturdu ve "öyyykk" dedi sessizce.

Her ne kadar genelleme yapmanın çok sağlıklı olmadığının farkında olsa da üniversitedeki kulüplerin geneli ile ilgili genel kanısı pek olumlu değildi. Üniversite birinci sınıfta iken katılmaya teşebbüs ettiği İktisat Kulübü'nde üst sınıfların öncülüğü ve yönlendirmesi eşliğinde gerçekleşecek iktisat, sosyoloji, felsefe ve tarihsel süreç ile ilgili akademik sayılabilecek sohbetler ve entellektüel bir ortam beklerken kulübe tahammül edenlerin genellikle büyük şirketlerin yeni mezun olacak üniversite öğrencilerine gövde gösterisi yapabilmeleri için gerekli etkinliklerin organizasyonlarına ön ayak olarak onlara şirin görünüp sonra da ilgili şirketlere kapağı atarak götlerini kurtarmak ve bu esnada kulüpte kendileri gibi amaçsız ve gereksiz bir varoluş mücadelesi içerisinde olan bazı hatunlar ile yüzeysel ve tabular ile sınırlanmış ve cinsellik sosuna batırılmış ekstrem derecede sığ ilişkiler yaşayan abaza hemcinsleri  olan acınası zavallılar olduğunu  farkedince; "kulübünüze ossurayım emi!" demiş ve işine gücüne bakmak durumunda kalmıştı.
 Kulübün fotoğraf klübü olması haklı gerekçelere sahip ayrı önyargılar yumağına yelken açması için dürtülerini vakit kaybetmeden harekete geçirmişti.

En iyi arkadaşlarından birinin belirttiği üzere fotoğrafçılık ve sinema'nın teknik olarak ilgilenilmesi en kolay sanat dalları olmaları sebebi ile sempatizanlarının içinde eşşek ve mal tipleri barındırma olasılıkları diğer sanat dallarına göre daha kuvvetle muhtemel idi. Kastettiğim eşşek ve mal tipler ellerine bir fotoğraf makinesi alıp Umut Sarıkaya'nın karikatüründe çok güzel ifade etmiş olduğu üzere; marti, mendil satan çocuk ve ihtiyar insan resimleri çekip bunları siyah beyaz olarak tab ettirdikten sonra en baba magnum fotoğrafçısının a.ına koyabilecek gereksiz bir egoya sahip olabilme ya da bağımsız film festivallerinde sabahın köründe deli s.kmiş gibi bilet kuyruğunda bekleyip (bu bekleme kısmına karşı değildi ve gerçek sinema severleri , sinefilileri saygı ile selamlamakta idi. onun derdi gösterişçi tiplerdi.) yirmi küsür filme bilet aldıktan sonra ortalıkta Orson Welles, Sidney Lumet ya da Sergei Eisenstein gibi gezip ahkam kesebilme cüretine sahip olabilmekte idiler.

yemin ediyorum şurdaki bekleyiş daha anlamlı, daha gösterişsiz ve daha samimi

Yanlarına oturmak zorunda kaldığı iki s.k ustası bu kadarı ile de kalmamışlardı. Az sonra fotoğrafçılık sohbetini bırakarak bir anda birbirlerine gözlerine kestirdikleri kızları tarif edip envanter sayımında bulunurcasına aralarında kızların allokasyonunu yapmaya başlayınca dellendi ve vapurun büfesinden bir çay alıp alt kata inerek dışarı çıktı. Sıcak çay bardağını soğuk havanın da tesiri ile sımsıkı kavramış kulağındaki müzik eşliğinde Haydarpaşa garının karşısında denizin ortasındaki duvara tünemiş karabataklara boş gözler ile bakmaya başladı.

Çayından bir yudum alıp; "sanırım yaşlanıyorum." dedi

3 Aralık Cumartesi 00:34

Biterken "The Replacements'dan here comes a regular " çalmakta idi

28 Kasım 2011 Pazartesi

can sıkıntısı , karbonhidrat, Albert Camus vs...

Hani böyle hiçbirşey yapmadan malak gibi mal mal oturup durduğunuz ve hiçbirşey yapmadan oturmaktan sıkılıp bunun ne kadar aptalca olduğunu farkettiğiniz ve birşey yapmış olmak ve güne bir nebze anlam katmak için eyleme geçtikçe daha da mallaştığınızı ve saçmaladığınızı kabullenmek durumunda kaldığınız günler olur ya (ya da ne bileyim belki bir tek bana oluyordur!) bugün işte öyle bir gündü.

Bu pazar da yine sabah sekiz buçukta uyandım. Sanırım emekli bir TSK mensubu ya da daha genelleştirmek gerekirse otuz beş yıllık kamu hizmeti sonucu emekliye ayrılmış bir devlet memuru kafasına ulaşmak üzereyim. Ne sikime hizmet bu saatte uyanıyorum bilmiyorum ve şikayetçi de değilim. Sanırım tek şikayetim bu durumdan şikayetçi olmamam deyip bir paradoks patlatsam mı diye düşünmeden geçmediğimi de ayrıca belirtmek isterim.

Kalktıktan sonra standart bir kahvaltıyı müteakiben mal mal oturma ve konsantrasyonunu hiçbir aktivitede yirmi dakikadan daha fazla tutamama rekorunu açık ara kırdıktan sonra (Ayfer Tunç'un "bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi"ni okumayı denemek, "The Assassination Jesse James by the Coward Robert Ford" filmini izlemeye yeltenmek, temizlik yapmaya girişmek, farklı şarkıları çalmaya çabalamak saiki ile davulun başına oturmak ve gardrobu düzenlesem mi acaba düşüncesine gark olmak vs...) hiçbirşey yapmamayı kabullendim ve çocukken yaptığım üzere yatağa duvar dibinden sırt üstü yatıp bacaklarımı yukarıya, duvara dayayıp başımın dönmesini bekledim ve bunu yaparken de Ennio Morricone'nin efsanevi spagetti western filmleri müziklerini ıslık ile çalmayı da ihmal etmedim.

Bu şekilde saati ancak üç edebildim ve kalkıp yemek yapmak için malzeme almak ve bol sütlü filtre kahve içmek için Kadıköy'e indim ( ev ile kadıköy çarşı arasında bir rakım farkı mevcut mu emin değilim ama evet indim çünkü belli bir müddet sonra kendimi dağda ikamet eden bir yabani gibi hissetmeye başlamıştım)

Açık hava bünyeme nüfuz eder etmez  dışarıya çıkmanın çok akıllıca bir fikir olduğu konusunda kendimi hızlıca ikna ettim ve ağır aksak adımlar ile yürümeye başladım. Takıntılı bir birey olarak her dışarı çıktığımda yaptığım gibi rotamı kafamda kesinleştirmenin rahatlığı ile sırıtarak ve şarkı söyleyerek boğa heykeline doğru yol aldım.

Dışarısı tabi ki çok kalabalıktı. "Ben ne zamandan beri kalabalıktan rahatsız oluyorum?" başlığı altında kendimi sonuçsuz kalan manasız bir sorguya çektim ve bu esnada alışveriş yapacağım markete vardım. İçerde yine elli farklı alternatifi gözden geçirip kendimi makarna sosu, makarna ve süzme yoğurdun besleyiciliğine emanet ederek ve karbonhidratın anasına avradına küfür edip marketten dışarı çıktım. Kahvemi aldığım yerdeki hatunun gülümseyerek sorduğu "bol sütlü filtre kahve mi?" sorusu ile bir "bana herzamankinden ver joe!"daki "cool"luk ile karışık "Truman Burbank" "sıkıcılığı" hissiyatına haiz olmuş bir şekilde kahvemi yudumlayarak eve dönüş yoluna koyuldum.

Bahariye caddesindeki kalabalığa daha fazla tahammül edemeyip aşağıdaki tenha sokaklara saptım. Aşırı sessiz sokaktan yürürken kendimi en son askerliğim esnasında beş ay süresince nöbette gerçekleştirdiğim bir monoloğun içinde buldum. Kendi kendimi tüm samimiyetimle Camus ve Sartre'ı mezarında ters döndürecek sığlıkta bir ontolojik hesaplaşmaya ve hedef, amaç belirleme seansına maruz bıraktım. Mevzu şu an hayattan sıhhat, afiyet ve huzur dışında maddi olarak ne beklediğimdi.

Eve girmeden evvel en son hatırladığım; belli belirsiz yağan yağmur şiddetini artırmaya başlamadan dışarıda daha fazla kalmamak adına adımlarımı hızlandırdığımdı.

13 Kasım 2011 Pazar

Enteresan bir rüya

Cuma'yı cumartesi'ye bağlayan gece her zamanki gibi uyumak üzere yatağa girdim ve belli bir süre sonra yine her zamanki gibi uyudum. Zaten asıl mevzu da buradan sonra başladı. Uzun zamandır bu kadar acaip bir rüya görmemiştim.

Rüyanın başlangıç sahnesi D.S.İ.'nin Adana'daki yüzme kursunun verildiği sosyal tesislerde geçmekte idi. Yıllar evel yüzmeyi burada öğrenmiştim. Ancak burada bir farklılık vardı. Tek ve vasat bir yüzme havuzuna sahip tesis yok olmuş yerine bir adet yarı olimpik, bir adet çocuk ve bir adet de bebek havuzu olan, havuzların etrafı gayet eli yüzü düzgün bir şekilde yeniden düzenlenmiş yeni bir tesis inşa edilmişti. Bu şaşkınlığımı üzerimden atmam için kenarda duran görevli ile konuştum ve daha sonra tesisin manzarasına bakıp ikna olmuş bir şekilde ve şaşkınlığımı da gizlemeden tesisin yapımında emeği geçen herkesin takdire şayan bir iş çıkarmış olduğunu konuşmakta olduğum görevliye ilettim.

Rüyamın daha sonraki sahnesinde kendimi yine Adana'da ergenlik dönemlerimde takıldığım cafelerin (beş altı arkadaş okul çıkışı gidip tavuk döner yiyip, şalgam-ayran içip, tavla oynayarak ergen muhabbetlerinin dibine vurmaya ne kadar takılmak denirse artık!) olduğu sokakta açılışı yapılan bir barın önünde kız arkadaşım ile beraber buldum. Bir süre sonra sıkılıp kız arkadaşıma eve gideceğimi ve o da sıkılırsa eve gelmesini söylüyordum. O da bana; "Tamam canım ben de bi yarım saate kadar çıkar eve yanına gelirim" diyordu. Daha sonra yoldan geçen bir Topel dolmuşu çeviriyor ve biniyordum.(oradan eve gitmek için yirmi dakika yürümem yeterli olmasına ve Topel dolmuşlarının evimizin yakınından bile geçmemesine rağmen neden Tople dolmuşuna binmiş olduğum ise apayrı bir muamma!)

Dolmuşta biraz gittikten sonra kız arkadaşımdan bir telefon geliyordu ve bir arkadaşına rastladığını, biraz daha içki içip takılacağını ve muhtemelen geç geleceğini söylüyordu. Ben de bunun üzerine sinirlenip; "Adana'yı bilmezsin etmezsin nasıl eve döneceksin geç saatte içkili bir şekilde, hem arkadaşını nereden buldun allasen İstanbul'dan bin kilometre uzakta!? Bekle ben de geri döneyim bari beraber döneriz gece" diyerek dolmuştan iniyor ve karşı istikametten gelmekte olan Topel dolmuşuna atlıyordum.

Bu Topel dolmuşunda bir farklılık olduğu hemen dikkatimi çekmişti. Öncelikle şöförün arkasında sadece iki sıra koltuk vardı ve sonrası ayakta durulması gereken ferah bir boşluktan ibaretti. Ayrıca kıç kadar dolmuşta görev yapan bir muavin vardı. Bu kadar da değil tabii ki, rüyada işler çığrından çıkmak üzere idi. Muavine yol parası olarak 100 TL uzattım. Muavin önce yol parası olan 2 TL'yi 100 TL'den çıkartıp para üstünü bana vermeye muvaffak olamadı. Bunun üzerine adama "sen benlen t.ssak mı geçiyon dayı!?" dercesine bakıp kendisini 98 TL olan para üstü konusunda ikna ettim ve para üstümü aldım. Daha sonra muavin cebinden dışı kadife olan krem rengi eldivenler çıkarıp eline losyon gibi bir şey sürmeye başladı. İyice şok olmuş ve nutkum tutulmuş bir şekilde muavine "hass.ktir" diyen gözlerle bakarak muavinden götün götün uzaklaşmaya başladım.
 
Uzaklaşmaya başladım ama nafile! Dolmuş muavini yanıma gelip ellerimi ellerine alıp ovuşturmaya başladı. "Abi napıyon sen ya bi s.ktir git allasen!" diye tepki gösterdiğimde bana rüyanın en vurucu sahnesi olan anı; "Kurban bayramı boyunca yol parası olarak 20 TL'den büyük banknot veren müşterilerimize Dolmuşçular Federasyonu'nun kesin talimatları uyarınca hediye olarak el masajı veriyoruz abi" cevabını vermek sureti ile yaşattı ve beni dumurlardan dumurlara sevk etti.

Bir hışımla minibüsten indiğimde yoldan tekrar karşıya geçtim ve kaldırım kenarında duran ve arkasına karpuz yığılmış at arabasına dikkatlice baktığımda bu arabanın babam ile yıllar evvel lunaparka gitmiş olduğumuz bir yaz akşamı lunapark çıkışı arkasına atlayıp mahalleye geldiğimiz at arabası olduğunu farkettim ve gülümseyerek yanından ilerledim. Biraz ilerde "Boztuğlar Kuruyemiş"in önünde 20 sene önceki halimi babamın 20 sene önceki halinin yanında durmuş sırıtarak taze kuruyemiş alırken görünce artık şaşırmamıştım. Kendi kendime "ne güzel akşamdı lan!" dedim ve yoluma devam ettim. Daha sonra da uyandım...

Biterken "Rilo Kiley - Don't deconstruct" çalmakta idi

9 Kasım 2011 Çarşamba

Herhangi Bir İş Günü (Vol 1)

Vapurdan inmek için sıfır nezaket göstererek ve adeta birbirlerini ezercesine çıkışa yönelen insanlara her sabah olduğu gibi bu sabah da şaşırmaya devam etmekte idi. Bir çoğundan bir hayli tiksinerek içinden "Sanki işe gitmiyor da karnavala gidiyorsunuz s.k kafalı yavşaklar, bok var değil mi bu kadar acele edecek!" diye söylendi ve her seferinde; "acaba kaç seneliktir bu ebesi s.kilmiş tahta iskele?" dediği, vapura atılan rengi solmuş, kenarları yıpranmış ve iki tarafındaki demirlerinin boyası kalkmış, hatta yer yer paslanmış tahta iskelenin üzerinden değil de yanından geçip uzun bir adım atarak vapurdan indi.

Kulaklıklarını takıp eskiden tütün fabrikası olan arsada halen devam etmekte olan otel inşaatında çalışan işçilerin bir anlık dalgınlığı sonucu inşaattan düşürecekleri herhangi bir inşaat malzemesinin üzerinde onarılması mümkün olmayacak kallavi bir hasar bırakmaması adına yolun diğer tarafına geçti. Müzik dinleyerek ve sağına soluna bakınarak ilerdeki ışıklara doğru yürümeye başladı. Az evvel vapurdan büyük bir azim içerisinde gerçekleştirdikleri itiş kakış sonucu iskeleye herkesten evvel ayak basmak sureti ile günün ilk zaferine muvaffak olmuş bazı s.k kafalıların hızla yürümeye devam ettiğini, bazılarının ise vapurdan indikten hemen sonra sigara yakıp aşırı yavaş bir şekilde yürüdüklerini gözlemledi ve suratında aniden azami asabiyete sahip bıçak gibi keskin bir gülümseme beliriverdi.

Işıklara vardığında yine "bu sabahki; hayatımı öğlene kadar idame ettirmemi sağlayacak ve işlerimi hallederken kafamın durmasını önleyecek kahvaltım ne olsa ki?" sorunsalı ile karşı karşıyaydı. Aslında ne yiyeceği belli idi. Patatesli açma veya peynirli poaçaya eşilk eden az yağlı kutu süt. Suni problematikler oluşturup suni stresler yaratmak ve sonra bu suni problematikleri en başından beli kalıp çözümler üretmek sureti ile yaratmış olduğu suni stres ile beraber alt etmek çok fazla hazettiği ve hatta nerede ise bağımlı olduğu şehir nimetlerinden sadece birisi idi!

Ofisinin olduğu plazanın yer aldığı caddedeki yokuşu üç buçuk hafta önce sigarayı bırakmış olduğu için eskisine nazaran daha tahammül edilebilir bir ızdırap ile, ağır ağır çıkmaya başladı.  Her sabah adeti olduğu üzere Plaza'nın eksi ikinci katındaki klostrofobik ve iç karartıcı holde asansor beklemek yerine plaza binalarının hemen yanında, dışarıdaki merdivenleri kullanarak; eski deyişle zemin, ama özenti, ezik ve çemçük ağızlı plaza çalışanları tarafından herkeste teamül haline gelmiş deyiş ile "lobby"ye yönelirdi.

"Önümde zaten yeni ve uzun bir iş günü var iken o kıç kadar eksi ikinci katta terleyerek asansör beklemem. İşim olmaz. Benim de prensiplerim var" dedi ve acı acı güldü. Birden "üniversiteyi bitirdikten sonraki beşinci yılıma girdiğim şu günlerde elimde prensip niyetine kala kala bu mu kaldı ki lan acaba?" diye işkillendikten hemen sonra; "a.ını, ırzını, sabahını, akşamını s.ktiğimin!!" şeklinde ve fuzuli yere, öylesine boşluğa küfürler yağdırarak dışarıdaki merdivenlere yöneldi...

3 Kasım 2011 Perşembe

İstismar İzni

Çok güzel "keşke"lerim var
bakmak istemez misiniz?
Farklı formlar ve tonlarda
yüzlerce çeşit pişmanlık...

İç içe geçmiş teori ile pratik
hediyem olsun size.
O da adetten değil de,
ayağınız alışmasın diye.

Bitti mi? tabii ki bitmedi
iki tane ikilem alana
üçüncüsü de bedava.
Dur be vatandaş, hemen kaçma!

Mithat Erdoğan 2011
 Kadıköy / İstanbul

(Çıkış noktası; şehir hatları vapurunda artık eskisi kadar rastlamadığımı farkettiğim pazarlama dehaları seyyar satıcılardır ve bende depresif ve sinirli iken oluşan halet-i ruhiyenin nevrotik mahsülü olarak tamamlanmış olan bir şiir denemesidir!)

Biterken "The National - Anyone's Ghost" çalıyordu

http://grooveshark.com/#/search?q=anyone%27s+ghost

flickr'da bulmuş olduğum, anyone's ghost şarkısına ilişkin özgün ve başarılı bir görsel

30 Ekim 2011 Pazar

Bir acayip cumartesi sabahı kafası!

Dün sabah erkenden koşmak için Yoğurtçu parkına gittim. Saat sekiz buçuk dokuz suları idi ve park hemen hemen sakin sayılırdı. Parkta her zaman görmeye alışık olduğumuz yedi sekiz sokak köpeği kimisi Kurbağalı dere tarafına doğru, kimisi parkın ortasındaki boşluğa doğru, kimisi de basket sahası ve jimnastik aletlerinin olduğu kısma doğru uzanmış ve gayet uyuşuk ve donuk bakışlarla sağa sola boş boş bakıyor ve mütemadiyen esniyorlardı.

Temsili Sokak Köpekleri
Derken beş on dakika sonra köpeklerini gezdirmeye, işettirmeye-sıçırttırmaya ya da köpekleriyle bir takım oyunlar oynamaya gelen insanlar belirmeye başladı. Parkın gediklisi sokak köpeklerinde bir kıpırdanma olsa da bu dostane bir şekilde gerçekleşti ve herhangi bir aksiyona sebebiyet vermedi. Ama Kadıköy'ün bazen çok antipatik olabilen ve insanları primitifliğe özendirebilecek kadar gıcık sosyal demokrat aydın sakinlerinin çoğunun gereksiz hassasiyetleri sonucu bir kaç seçkin köpek ve sosyal köpek arasında meydana gelen yarı cinsel yarı oyun amaçlı havlama ve hırlama sonucu sokak köpekleri "bitli, saldırgan, tehlikeli, hareketleri önceden kestirilemez ve gerizekalı (evet köpeğe gerizekalı dedi malın teki!)" bulunarak parkın kenarına doğru siktir edildi. Resmen gariban sokak köpeklerinin huzurunu bozdular.
Bu da sahibine benziyor diye koyduğum evcil köpek
Park bana kaldı a.k ooh!! (temsili star gazetesi vasat altı mizahından bir tutam. -bilen bilir-)


Parkın sokak köpeklerinden ıslah edilip huzura kavuşturulmasını müteakiben orta üst gelir sınıfına ait evcil köpekler parkta; kah top peşinde koşarak, kah ağaç altlarına işeyerek, kah çimlerin en yeşil yerlerine yedikleri sağlıklı mamaların hakkını verip sıçarak parkın hayvan profilini bir anda gürbüzleştirdiler. Şimdi ben zamanında o parktaki sokak köpeklerinden üçünün saldırısında sol üst baldırımı ısırılmaktan son anda can havliyle köpeğin suratına yumruk atıp efsanevi bir depara kalkmak sureti ile kurtarmış bir insan evladı olmama rağmen bu köpeklerden nefret ediyor değilim. Hatta kendi kendime "gecenin 10unda deli s.kmiş gibi parkta koşarsan götünü köpek de ıssırmaya kalkar tinerci de saldırır kafasını s.ktiğimin salağı" diye söylenmiştim.

Asıl gelmek istediğim nokta ise yukarıda tarif etmeye çalıştığım manzaranın bir anda bende bırakmış olduğu izlenimdi. Aklıma nedense Sulukule'deki Roman vatandaşların çok komik rakamlarla evlerinden edilip evlerinin yerine Osmanlı mimarisine uygun olarak inşa edilmiş Villalar yapılması ve kodamanlara satılması geldi...

28 Ekim 2011 Cuma

Vereceğin mesaja da yapacağın espriye de...

Yaklaşık iki ya da iki buçuk saat evvel Yoğurtçu parkının yanından eve doğru yürüyordum ve maalesef "keşke dikkatimi çekmez olaydı, farketmemiş olaydım" dediğim bir manzara ile karşılaştım.

Şimdi ülke olarak araçların arkasından topluma verilen garip mesajlara ya da yazılara alışığız. Hatta ilgili yazılar bir nevi kültürümüzün parçası haline geldi bile denilebilir.

Ama bu akşam gördüğüm açık ara en manasız, en antipatik, en bayat, en yaratıcılıktan yoksun, en arada kalmış, en ne demeye çalıştığı belli olmayan araç arkası yazısı idi...

kaldırım kenarına parketmiş ahanda buna benzer bir arazi aracı idi

Aracın arkasında; This is your life, live it. Beğenmiyorsan, in it!  yazmakta idi.

Yanlış okumuş olabilir miyim diye durdum ve aracın arkasına bir daha ve bu sefer daha dikkatli bir şekilde baktım, doğru okumuş olduğumu görünce bir "hasbinallah" çekip küfrede küfrede hızlı adımlarla yoluma devam ettim. 

Yazıdaki espri sahibine de o yazıyı beğenerek aracının arkasına yapıştıran araç sahibine de bir çift lafım var; "Mizah anlayışınıza ossuriim emi!!!" daha fazla seviyesizlik yapmak istemediğimden yazıyı burada kesmek durumundayım!

Biterken tabii ki de "Belle and Sebastian - Get me away from here, I'm dying" çalıyordu...

27 Ekim 2011 Perşembe

Kişileştir(me)!

Gökyüzünde pastel bulutlar
şaşaalı voltalar atmaktalar.
Bankta oturan ihtiyar çift
düşürdükleri gençliklerini
sağda solda hayretle ararken.

Çamaşır sepetinde çoraplar
ve arka bahçede
bir çift mantar...
soruyor biri diğerine;
"acaba hangimiz zehirli,
hangimiz daha zehirli?" diye.

Koyu bir muhabbete dalmış
densiz ağrı kesiciler.
Gayet şen şakraklar
ve kıs kıs gülüyorlar
her zamanki gibi bakıp
tahta ecza dolabından...

Mithat Erdoğan

2006 Altunizade/İstanbul

Biterken "The Beatles- For the benefit of Mr. K"  çalıyordu

24 Ekim 2011 Pazartesi

Beyoğlu'nda Gayriresmi Bir Altsız Geçidi ve Manasız Bir Yumurta Savaşı

Aslında herşey çok normal başlamıştı bu sabah. Evet haftanın ilk günü idi ama ben her zaman pazartesiden değil de pazardan nefret eden biri olduğumdan bunu normal karşılayabiliyor ve giderek sündürüldüğü ve suistimal edildiğini düşündüğüm pazartesi sendromundan muzdarip olmayabiliyordum. Hatta pazar akşamı erken uyumuş olmanın verdiği dinçlik ve bilinç berraklığı ile vapurda okuduğum Çehov kitabından ortalamanın üzerinde bir haz almış, daha da ileri götürmem gerekirse tatlı bir iyimserliğe bile kapılmıştım neredeyse.

Daha sonra bu haftaki programım gereği haftanın ilk iki günü denetim çalışmasını gerçekleştirmem gereken Müşterimin Beyoğlu'nun Cihangir tarafına doğru kalan kısmındaki ofisine gittim. Gittiğimde geçen denetimde de olduğu gibi yine erken geldiğimi, binada kimse olmadığını farkettim. Bir anda içinde bulunduğum asabi halet-i ruhiyenin de etkisi ile sabahın erken saatlerinde Beşiktaş'tan aldığım patatesli açma ve yağsız süt bir kahvaltı menüsü olarak hiç cazip gelmedi. Ben de dar sokaklardaki eski ve ihtişamlı binalara bakarak yukarı doğru seğirttim ve köşede gördüğüm bir büfeye çöktüm. Sinirimi alsa alsa "yengen + portakal suyu"ndan oluşan yarı mükellef ve dört başı olmasa da iki başı mahmur diyebileceğim kahvaltı menüsü alır diye düşünüp siparişimi zerre tereddüt etmeden verdim.

İşte bu noktadan sonra olaylar -en azından bir iş günü sabahı için- enteresan bir hal aldı. Büfe'nin önünde oturduğum taburenin sağ tarafına doğru kaykılıp gelene geçene bakmaya niyetlendiğim sırada karşımdan sokağın ortasına doğru fütursuzca yürümekte olan evsiz berduşu farkettim. Ancak şöyle ki meczup berduşun altına don giyme zahmetinde bulunmadığı pantalonu paçalarında idi. Mecazi değil tam olarak kelime anlamı ile "s.kini t.şşağını" sallayarak sokakta geziniyor, elinde içinde iki ya da üç adet efes extra olan beyaz poşetten kaynaklanan çocuksu neşesi ile etrafına gülücükler saçıyor ve bir yandan da sigarasını tüttürüyordu. Tam "bu da olabilir canım evet normal ki" derken amca benim yanımda durup pantalonunu ağır ağır yukarı çekmeye başlayınca sinirim bozuldu ve gülmeye başladım.

Akabinde altsız hali ile fiziğini sokakta cömertçe sergileyen berduş abi pantolonunu yukarı çekmesini takiben yolun çaprazındaki marketin önüne gitti ve poşetten çıkardığı birasını yudumlamaya başladı. Bu esnada hazır olan siparişime kavuşmak ve bir an önce kahvaltımı edebilmek maksadı ile önüme döndüm. Bir ya da iki dakika kahvaltı ettikten sonra önümde bir kamyonet durdu ve kamyonetin şöförü ile sokakta elinde yumurta paketleri olan yaşlıca bir amca birbirlerine girdiler ve bütün esnaf -maalesef en iyi görüş açısına sahip yerde konuşlanmış olduğumdan- etrafıma doluştu. Kavganın sebebi ise "buradaki bakkal ve marketlere yumurtayı ben satıyorum sana kim sipariş verdi" diyen yaşlı ve yaya yumurta satıcısı amcanın araçtaki yumurta satıcısına atarlanması idi. Takribi beş dakika süren kavgadan sonra taraflar yollarına devam ederken geride tabaktaki yengen'i soğumuş, artık taze olmayan portakal suyu dibine çökmüş ve sinirlerinin ırzına geçilmiş beni bıraktılar...

İyi bir başlangıç, yarı yarıya başarı demektir Andre Gide

23 Ekim 2011 Pazar

1. Gezelim Görelim ve Muhakkak Yiyelim Etkinliği

Bu hafta sonu cumartesi günü daha evvel kararlaştırılmış olunduğu üzere iş yerindeki kemik tayfa ile -aşırı ve bilinçsiz alkol tüketimi sebebi ile Işıl'ı  fire vermek durumunda kalsak da katılım konusunda gayet başarılı idik- tarihi eminönü yarım adası ve lezzet turu aktivitesini gerçekleştirdik.

Rotamız; Sirkeci-Mahmutpaşa-Tekrar Sirkeci-Gülhane-Saltanat Yokuşu-Topkapı Sarayı ve Ayasofya Camii önünden Sultanahmet-Çemberlitaş-Nur-u Osmaniye-Kapalı Çarşı-Beyazıt-Süleymaniye-Vefa-Kadınlar Çarşısı ve oradan da taksi ile Tünel (Beyoğlu) şeklinde idi. 

Güne dair satırbaşları;

*Mide bulantısı ve halsizlikten muzdarip Işıl'ın 30 dk. gibi kısa bir sürede bir şemsiyeci bir tuhafiye dükkanı, bir pijamacı ve bir GS store'a gözleri ışıyarak ve yaşama sevinci ile koşması ve daha sonra taksiye atlayarak istirahat etmek maksadı ile aramızdan ayrılması ve günün geri kalanına katılamamış olması,
*Batuhan ve benim gezi boyunca yiyeceğimiz yemeklerin hayali ile geziye tutunmuş ve bu gaye sayesinde kendimizi motive ediyor olmamız,
*Kübranın Gülhane parkı önündeki mısırcıdan kürdan istemesi ve adamın Kübra'ya cebindeki tek kürdanı (ticari kaygıdan çok insanlık hali ile alınmış o kürden çok makbule geçti o da ayrı) vermesi,
*yine Kübra'nın Nur-u Osmaniye bir sanat galerisinde beğenmiş olduğu ve fiyatı 15.000 TL olan tablonun -ki ben en fazla 2.500 TL'dir diye tahmin etmiştim- sanat galerisi sahibi tarafından neden satılmadığına bir mana verilemeyip satılsın diye daha göz önü bir yere konulması -resmen kelebek etkisi oldu lan!-
*Beyazıt meydanından hemen sola girilerek sırası ile Eczacılık, HAY Eğitim, Sosyal Bilimler ve Erol Büfe geçilerek ulaşılan İ.Ü. İktisat Fakultesi Ek Bina 2 önünde burada okumuş olan şahsım ve Batuhan'ın yaşamış olduğu nostaljik anlar,
*Vefa bozacısında Atatürk'ün 1937 yılında boza içtiği ve müessese tarafından günümüze değin özenle muhafaza edilen bardağın görülmesi,
*Kadınlar pazarında lavabodan gelmesi bir hayli zaman alan Irmağın Batuhan ve Kübra tarafından -bastıran açıkltan mütevelit kapılmış olunan evham ve pimpiriğinde büyük katkısı ile- kontrol edilmek maksadı ile peşine gidilirken o sırada Irmağın geldiğinin görülmesi ve telaş içerisinde çaktırmadan masaya dönülmeye çalışılması,
*Kübra'nın efsanevi yemeklerin yenilmesi esnasında yemeği yerken içinden "annem ve babam ile buraya gelsem 2 porsiyon perde pilavı ve 2 porsiyon büryan kebap yeter mi" diye düşündüğünü itiraf etmesi, -düşün bu arada bizimle sohbet ediyor ve bi yandan yemek yiyor! saygı duydum ve hatta takdir ettim-
*Irmak tarafından masaya gelen her yemeğe ilişkin büyük bir merak ile şahsıma sorulan sempatik ahiret soruları, -bu hangi hayvanın neresi, nasıl pişiriliyor? içinde ne var, ben kimim? öz mü önce gelir töz mü? şeklinde sorular-
*Batuhan ile beraber Büryan kebabın altındaki yağlı ekmekten parça koparmaya muvaffak olabilmek için suratımızda bir bilim adamı ciddiyeti ile çatal, bıçaklar, hatta parmaklar ile verilen ve yemek masasını yerinden sarsan varoluş mücadelemiz -şahsen kendi adıma o hırsı tüm hayatım boyunca göstermiş olsaydım şu an en genç profesor ya da ekonomi bakanı olabilirmişim gibi geliyor!-
*Yemek faslından sonra tatlı faslına geçilen diğer mekanda yan masalardaki kavurma ile bir süre gayet flörtöz bir şekilde kesişen Batuhan'ın -yediği o kadar şeye rağmen- "tatlıdan önce ortaya bir de kavurma söyler miyiz gençler?" isimli çıkış parçası...
*Salı gününden beri sigara içmeyen şahsımın yemek faslı ve tatlı faslından sonra sigara içmemek için gerçekleştirdiğim ve sigara içmemem ile sonuçlanan, kazanmış bulunduğum mitolojik sayılabilecek irade savaşı,
*Zeyrekhane'den karşıya Unkapanı'na geçmeden evvel "o zaman şuradan aşşağa inelim" önerime gözlerini faltaşı gibi açarak "ORADAN MI!?" diyen Irmağın önümüzdeki 30küsür basamağı görmemiş olduğunun farkedilmesi,


"Bir noktadan sonra geriye dönüş yoktur. işte varılması gereken yer o noktadır" Franz Kafka (kebapçıya varmadan hemen evvel)

"Zevk ve neşe içinde yenen şeyler en kolay hazmolunurlar." Montaigne (yemek faslından hemen sonra)

21 Ekim 2011 Cuma

Sosyal Paylaşım Siteleri Aracılığıyla Verilen Toplumsal Tepkilerde Kabızlık Sendromu Sorunsalına Dair

Sosyal paylaşım siteleri üzerinden gösterilen tepkilere aslında çok uyuz değilim ancak bu tepkiler çoğu zaman tek tip ve çok sığ olarak gerçekleştirildiğinden zamanla zihnimde bu tepkilere ilişkin yapış yapış bir önyargı ve belli belirsiz bir tiksinti oluştu.

İnsanlar çok çabuk gaza geliyor bence. Ya da ne bileyim tamam toplumsal bilinç de tabii ki güzel birşey ama azıcık sürü psikolojisinden kaçınsak ve mikro bazda minimal de olsa bir yaratıcılığa sahip olabilmek adına bir gıdım çabalasak gösterdiğimiz tepkiler daha bilinçli, daha az antipatik ve daha az kendini yineleyen hatta daha çok akılda kalıcı olur bence.

Tabi bi de bu sosyal paylaşım sitesi üzerinden tepki verip vicdanını rahatlatma ve kendini aklama hissine kavuşmanın dayanılmaz hafifliği var. He oldu amk, twitter'dan facebook'dan tepki göster, o kadar. Gerisi sanki kendi kendine halloluyor, herşey yoluna giriyor. Ayrıca bu eylemi miüteakiben malca bir rahatlama yaşamaya ek olarak ekseriyetle beylik laflar ederek kendilerini bilge filozof mertebesine çıkarttıklarını zanneden  gerizekalıların da bonus olarak 4-5 kişide bir karşınıza çıkması tamamen başka bir online cinnet seansı sebebi!

Mesela bir sene evvel bir akşam işten gelip facebook sayfamı açtığımda herkesin profil resmi olarak hemen hemen tamamı çocukların ilgilerini çekecek ya da kendileri çocukken ilgilerini çeken çizgi film kahramanlarının resimlerini kullanmakta olduklarını farkettim. Kokusunun çıkması da hiç uzun sürmedi. Meğer o haftaki sorumluluk seansımız "çocuk istismarına son" imiş. E arkadaş tamam çok güzel bir noktaya parmak bastık, dikkat çektik de siz bu hususta kendinizi bu kadar tekrar eder ve eşşeğin dübürüne suyu kaçıracak seviyede  ileri giderek antipatik olmak için uğraşırsanız mevzu tamamen "çocuk istismarının istismarı" haline gelir ki biz de hem biraz bu durumu protesto etmek, hem biraz da -dürüst olalım- seviyesizlik yapmak maksadı ile ev arkadaşımla beraber birimiz dişi bir Anime porno kahramanını -ki bu ev arkadaşımdı- diğerimiz de Vladimir Nabokov'un ölümsüz eseri Lolita'yı -bu da otomatikman ben oluyorum- o akşam için profil resmimiz yaptık. 

Şimdi de PKK saldırısında şehit olan askerlerimiz mevcut ve insanlar yine tepki gösterme eşiğini geçmiş mallık, düz mantıklılık hatta cahillik içeren, kimseye hiçbir faydası ve çözüme katkısı olmayan ya da insanların acılarını dindirmeye yaramayacak boş boş tepkiler vermeye başladılar...

Bazen hakikaten sadece iyi niyetli olmak ya da iyi niyetli olduğunu zannetmek yetmiyor!

20 Ekim 2011 Perşembe

Eros Would Never Do That!

Tam karşımda öylece oturmuş
hiç konuşmadan yemeğini yiyorsun.
Aramızdaki dört,
bilemedin beş tabaklık mesafe
herşeyi tüm yalınlığı ile izah etmekte.
"Atılan bir okun hedefine giderken
yolunu sürekli yarıladığını varsayınca
hedefe asla ulaşamayacağı"
hipotezine ithafen
çatalımdaki lokmayı ağzıma atıyor,
sol göğsünün tam üzerine hayali bir ok fırlatıyor
ve acı acı  gülümseyerek;  
"Evet, farkındayım Eros bunu asla yapmazdı"
dediğimi hayal ediyorum.


Mithat Erdoğan
2007 Haziran
03:41
D.S.İ Altunizade Öğrenci Misafirhanesi
Biterken -King Crimson "Epitaph"- çalıyordu...

King Crimson

VAAD

Vaad

kara bir sivrisinek
sivri bir karasineğe;
"sen mi daha sivrisin?
yoksa
ben mi daha karayım?"
dediği zaman,
güneş enerjisiyle bozulan
"küçük hesap" makinemi
şeker pancarı tarlasına
usulca gömüp,
salı pazarından aldığım
en dandik ve şeffaf
çoraplarımla
ayakkabılarımı bile giymeden
sana koşacağım... 

Mithat Erdoğan
15 Mayıs 2007 Salı 02:26
Altunizade D.S.İ Öğrenci Yurdu
-Biterken Selahattin Onur horluyordu-

Büyücü (John Fowles)

John fowles'un ilk okuduğum kitabı "Fransız Teğmen'in Kadını" idi. Yazarın adını ya da "Fransız Teğmen'in Kadını" kitabının herhangi bir methini duymuş değildim. Mehmet'in kitaplığında okuyacak birşeyler kurcalar iken gözüme çarpmış ve Mehmet de; "oku lan işte! güzel kitap, fena değil" deyince kitabı almış, herhangi bir beklentiye kapılmadan okumaya başlamış ve çok beğenmiştim.


J.Fowles
Öte yandan "Büyücü" kitabını ise birçok olumlu yorum duymuş ve beklentilerimi yükseltmiş olarak okumaya başladım. Kitap buna rağmen boş zamanlarımı domine edip bir an olsun elimden düşmeden -700 küsür sayfa olmasına rağmen- 4.5 günde hiç baymadan kendini okutunca; buraya kitaba ilişkin izlenimlerimi ve fikirlerimi yazma ihtiyacı hissettim.

Kitabın kesinlikle;
-okuyanı aşırı derecede merak içinde bırakan,
-gayet sofistike ve mihenktaşı saylayabilecek bir sürü metne tutarsızlığa ve alakasızlığa mahal vermeden gönderme yapabilmiş,
-karakter tutarlılığına, bütünlüğüne, kesinlikle yeri geldiğinde yapılan tahlil ve çözümlemelere sahip,
-kurgu olayını aşmış,
-betimlemeleri sıkıcı olmayan tadında bırakılmış,
-ve de sonunun da sıçırtılmadan bağlanabildiği süpersonik bir edebi eser
olduğu kanaatini taşımaktayım.

Aslında daha fazla şey yazasım vardı ama spoiler vereceğimden, daha doğrusu spoiler vermeden izlenim ve fikirlerimi yazmaya muvaffak olamayacağımın farkında olduğumdan antipatik görünmemek ve sağ kulağımın çınlamaması maksadı ile yukarıdaki paragraf ile yetinmek durumunda kaldığımı itiraf etmeliyim.

W.Allen'ın ; "Eğer dünyaya bir daha gelseydim, The Magus'u izlemek dışında her şeyi aynı yapardım."dediği ilgili kitap uyarlaması filmin afişi. Sakın izlemeyin!

Ha bi de ana karakterleri kısa ve öz olarak iki ya da üç kelime tanımlasam ne yazardım diye merak ettim, bu da aşağıda mevcut;

Nicholas Urfe --> Cevval birVaroluşçu


Alison Kelly --> Hem Cool Hem Dayaklık
Maurice Conchis --> Septik Dümbük ya da Dümbük Septik

Lily de Seitas --> Ürkütücü derecede Yetenekli

Rose de Seitas -->  Yancı bir Merak Unsuru

Son olarak ;

“illa cantat; nos tacemus; quando ver venit meum?”*
[“She sings; I am silent; when will my springtime come?”]

*Pervigilium Veneris (Tiberianus-Latin poet)

16 Ekim 2011 Pazar

varolamamanın dayanılmaz öküzlüğü

Çok değil yarım saat evvel, içinde bulunduğum dolmuşun şöförü durduk yerde sinirlerimi ayağa kaldırdı. Dolmuş normal bir şekilde rotasında ilerken birden hızlandı ve beyaz bir arabanın önüne sağ şeridi kullanarak geçtikten sonra birden durdu ve dolmuş şöförü aşağıya atlayarak önüne geçtiği arabanın şöförüne doğru bağırarak ve el kola hareketleri yaparak ilerlemeye başladı. Buraya kadar herşey normal diye geçirdim içimden. Bir tane daha evrimini tamamlayamamış, varoluş mücadelesini bu tür durumlarda höt zöt yapmak, alttan almamak ve karşısındakine fiziksel ve psiolojik azami zararı verebilip kendisi ondan daha az zarar alabilmek zanneden yarı insan yarı hayvan mahlukatın iğrenç standart ritüeli daha başlıyor zannetmiştim ama bu seferki standartların da ötesindeydi.

varlık ve hiçlik (j.paul sartre)


 Şöförün ilerlediği arabada eşi ve arka koltukta 5-6 yaşlarında bir kızı olan orta yaşlı bir adam vardı ve adam başta şöförden gelen tepkilere insan gibi tepki verdi ama karşı taraftan herhangi bir insani yanıt alamadı. Dolmuş şöförü çıldırmış bir şekilde elini kolunu sallayarak, arabanın kapalı kapısını açmaya çalışarak ve küfürler yağdırarak hayvanlaşma yolunda emin adımlarla ilerlemekteydi. Dolmuştan inen bir kaç yolcu ve kaldırımdaki birkaç kişi adamı engellemeye ve durdurmaya çalıştı. Bu sırada arabadaki küçük kız ağlamaya başlayınca babası da artık dayanamayarak arabanın kapısını açıp bağırıp çağırmaya başladı. İşte bu aşamadan sonra çok garip bişey oldu. Sinirlenen dolmuş şöförü adamın da kendisi gibi davranmaya başladığını görünce bir an yüzünde bir memnuniyet ifadesi oluştu ve adama "bin alan arabana, bi de senle uğraşamam" diye bağırarak dolmuşa geri döndü ve aracı yeniden sürmeye başladı.

Şimdi bu noktadan sonrasında da ben oturduğum yerde resmen çileden çıktım. Be a.k'un çocuğu neyin peşindesin sen? Adamın yanında eşi ve çocuğu varken gösterdiğin davranış şekli nasıl bir patolojinin ya da o.çocukluğunun ürünüdür? Nasıl bir çocukluk yaşadın acaba? Evli ve çocuklu bir adam seni aracına alıp işkence ya da taciz mi etti de bu kadar tepkilisin? Ya da o adam trafikte sana nasıl bir saygısızlık yapmış olabilir ki g.tünü ellemişler ya da t.şşagını sıkmışlar gibi araçtan atlayarak ve habeş beygiri gibi koşarak araca sözlü ve fiziksel saldırıda bulundun?! Sinirimden okumakta olduğum penguen dergisini kıvırdım ve ineceğim yere kadar eşi ve çocuğu ile arabada oturan adamın yerine kendimi koyup güzide dolmuş şöförümüzü evire çevire ve küfrede küfrede dövdüğümü hayal ederek cadan dışarı baktım. Ama benimkisi varoluş mücadelesi değil tamamen hobi idi ve hayal da olsa her anından huzursuz bir zevk aldım. Ha bunu gerçekten hayata geçirse idim muhtemelen çok görkemli bir kavga yaşayıp dayak yiyebilirdim ama bunun için önce tersine bir evrim geçirmem gerekti...

Havaların soğuması

Açıkçası asla kışdan hazzeden bir insan olmadım. Havaların soğuması, kat kat giyinmek durumunda kalmak ve bu kat kat giyinmiş bir şekilde kullanılan toplu taşıma araçları, sürekli kapalı ve boktan olan gökyüzü, soğuk algınlığı vakalarında meydana gelen muazzam artışlar, çoğunu çok da sevmediğim kış meyveleri, sıcacık yatağı bırakıp işe gitmek -evet dört mevsim işe gidiliyor ama yatak ile sokak arasındaki sıcaklık farkından ötürü homurdanılan hatta okkalı bir küfür savrulan başka bir mevsim yoktur, kendimizi kandırmayalım- ve açık havada çok az şey yapabilmek...

Sanırım ben de bir arkadaşımın söylediği  "param olsa 6  ay adana-mersin civarında, 6 ayda tropikal iklime sahip herhang bir ülkede yaşarım" lafına canı gönülden katılmaktayım. Hayır bu nedir arkadaş ben anlamadım! Daha ekimin ortası resmen belam s.kildi soğuktan. Bir de geçen seneki gibi mayısa kadar devam edecekse of ki ne of!

Bir de bu kışı çok matahmış gibi öven insanlar mevcuttur. Tamam farklı düşüncelere saygı duymak gerek ama bazı arkadaşlar resmen kışın propagandasını, pazarlamasını yapmak için ellerini ovuşturarak havaların soğumasını bekliyorlar. Vay efendim çok romantikmiş, sokulmanın mevsimiymiş, evde kendine zaman ayırmaya fırsat verirmiş, üzerine kalın bir battaniye alıp koltukta uzanarak kahve eşliğinde kitap okuma mevsimi imiş vs...

Kantarın topuzunun kaçtığı bu gibi aşırıya kaçan hatta kaside tadındaki kış mevsimine dair fikir beyanatlarını sadece sinir bozucu bulduğumu belirtmekte bir beis görmüyorum. Hayır arkadaş kışla bağdaştırdığın şeylere bi dön de bak: kışın nesi romantik? ya da yaz-ilkbahar-sonbahar neden romantik değil? Sokulmak, yılışmak için soğuktan istifade etmek nedir o konuya hiç girmek istemiyorum. Evde kendine zaman ayırmak için sokakta götünün donması mı gerekiyor? Ha öyleyse kusura bakma bu senin mallığın! Kitap okuyabilmene saygı duyarım ama kitap okurken diğer mevsimlerde de yapılabilecek bin tane -hiç gerek olmadığını düşünsem de- atraksiyon sayarım...