31 Temmuz 2014 Perşembe

Bir Avuç Çökelek İçin


Yirmi dört saniyelik hücum süresi dolarken hücum eden takımın en kötü şutörü olduğu için rakip takım tarafından kasten sıkı markaja alınmayan oyuncunun pas verecek arkadaşlarını da müsait bulamayınca çaresizlik, telaş ve panik içerisinde potaya gönderdiği şut misali ilerliyordum bisikletin üzerinde bahçeden köy yoluna doğru inen yokuşu. O son sıkmanın içindeki çökelekle yetinip efendi gibi evden çıksaydım şu anda bu durumda olmayacaktım. Ama ben ne yaptım, sıkmanın içindeki çökelekten daha fazlasını istedim ve çökelek miktarını artırmak ve çökelekleri tereyağı ile taçlandırmak için hazır sıkmayı açtım, sıkmanın içindeki tüm çökeleği sofra bezine döktüm ve yeniden muntazam mukavemete sahip bir sıkma oluşturabilmek adına sofra bezinin başında ter içinde dakikalar geçirdim.

Bu esnada teyzem ve annemin ahıra yöneldiklerini idrak etmemi sağlayan diyaloglarını duyunca telaş içinde evden çıkıp merdivenlerden aşağı indim ve can havliyle ahırın hemen yanına bıraktığım kendi bisikletimi almak yerine, eniştemin benim için bir hayli büyük olan bisikletine atlayıp yola koyulmuş bulundum. Esas plan annem ve teyzemin evdeki işleri bitmeden efendi gibi çıkıp, kendi bisikletime atlayıp camiye kuran kursuna gitmekti. Yediğim boku ahıra gidip de fark ettiklerinde ben kursta olacaktım ve ben kurstan geri dönene kadar da sinirleri kuvvetle muhtemel geçecek, sakinleşmiş olacaklardı. Ama biraz daha fazla lezzet peşinde koşan nefsimin ve on yaşında olmanın verdiği toyluğun kurbanı olmuştum.

Eniştemin bisikletini panik içindeyken düzgün kullanabilmek şöyle dursun, normal zamanlarda bile zar zor kullanabiliyordum. Şimdi evin bahçe yolunun köy yoluna uzandığı yokuş ve engebeli yolu aşağı inerken ise resmen bir kâbus yaşıyordum. Bahçe’den köy yoluna çıkan yokuşun sonunda bisikletin hâkimiyetini elime alıp da gidonu sola çeviremez ya da duramazsam en iyi ihtimalle yolun kenarındaki her biri kürdan büyüklüğünde beyaz dikenlere sahip çalılıklara yuvarlanacak ya da daha kötüsü çalılıkların arasından geçip kanala uçacaktım.

Gidonu can havliyle son anda hâkimiyetim altına alıp yolda tutabilmeme ben bile şaşırmıştım. İşlerin yoluna girdiğini düşünerek ve bisiklete ivme kazandırarak sonunda bisiklete az da olsa hükmedebiliyor oluşumun hazzını tatmaya başlamışken o soğuk zincir şakırtısı ve patırtı ile beraber Tony’nin giderek hızlanan ve yaklaşan ayak seslerini duydum. Bu sesler her zamanki çizgisinden şaşmayan Tony’nin yola doğru attığı rutin deparın habercisiydi. Tony, bizim evin yanındaki evin soluk sarı renkli, simsiyah suratlı ve nispeten ufak sayılabilecek boyutlardaki çoban köpeğiydi. Sahibi Süleyman abi’nin tüm telkinlerine rağmen hayvan köy yolundan gelen her sese depar atmak sureti ile tepki veriyordu. Tek prensibi, köy yoluna çıktıktan sonra belli bir mesafeden sonra koşmayı bırakması ve kulübesini geri dönmek için kafasını sağa sola sallayarak havlayarak bahçeye geri dönüyor olmasıydı.

Bu huyunu bildiğimden, Tony köy yoluna varmadan Süleyman ağabeylerin açık bahçe kapısından yeterince uzaklaşabilirsem bu tehlikeden de sadece yaşadığım adrenalin patlaması yanıma kar kalmış bir şekilde kurtulabileceğimin farkındaydım. İstemeye istemeye selede oturduğum pozisyondan ayakta durarak pedal çevirdiğim pozisyona geçiş yaptım ve pedallara var gücümle abanarak iyice hızlandım. Pedalları bu pozisyonda dört-beş tur çevirdikten sonra arkama doğru korka korka baktım ve Tony’yi yola çıkarken gördüm. Artık iyice hızlanmıştım ki birden Tony’nin ayak seslerinin kesildiğini fark ettim. Bisikleti yavaşlatarak bakışlarımı tekrar arkaya çevirince bana götünü dönmüş bir şekilde kulübesine geri dönen Tony’yi görmem kendimi bisikletin selesine iç çekerek bırakmamı sağlamıştı.

Sakin bir şekilde yol kenarındaki sık incir ağaçlarının arasında şimdiye dek gözüme çarpmayan bir dut ağacı var mıdır diye sağıma soluma bakınırken bana doğru yaklaşan bir motor sesi duydum ve uzaktan gelen motoru ve üzerindeki Ferhat dayı’yı fark ettim. Koyu bordro üstüne metalik gri desenli eski motorunun üzerinde kafasında kasketiyle bana doğru hızla yaklaşırken kavruk teni ve tam karşısından gelen güneş sebebi ile metrelerce öteden parlayan bembeyaz dişleri ile hâlihazırda yeterince sinir bozucu olması yetmezmiş gibi ilave bir gıcıklığa sahip olmuş gülümsemesiyle bana bakıyordu. Beni eksiksiz her gördüğünde kurduğu ilk cümle olan “Ne yaparsın be kopuk Adanalı seni!?” cümlesini gür sesi ile bana doğru bağırdı. Ben de her zamanki; “Senden ala kopuk mu olur Ferhat dayı?”cevabımı vermekte bir beis görmedim.

Bu sırada köy meydanına varmıştım. Karşıma daha fazla görev bilincine sahip köpek, asabi kazlar ve ördekler çıkmaması için ilkokul binasının hemen solundaki dar yola sapıp nispeten daha sık ama daha tenha olan rotayı tercih ettim. Derken köyün içindeki bilmem hangi evden yükselen inek feryatlarını ve bu feryatlara eşlik eden "cık cık cık!" seslerini duyunca evden telaşla çıkmama sebep olan dün geceki marifetim aklıma geldi ve annemle teyzemin ben kurstan dönene kadar sakinleşmiş olmamaları durumunda yiyeceğim azarı tahayyül ettim.

Kuran kursunda her gün bir dua ezberleyip onu okumamız beklenmekteydi. Yaş ortalaması sekiz ya da dokuz olan on küsur erkek ve on küsur kız çocuk karşı karşıya oturmuş aynı duayı sıra ile ezberden okumaya çalışıyorduk. Duayı okuyan herkesin okuma esnasında suratlarını yere paralel konuma getirerek gözlerini yerdeki halıya yöneltip vücutlarını da ileri geri sallamaları sinirlerimi bozuyordu. Sıra bana geldiğinde ise duayı okurken özellikle karşımdaki kızların veya hocanın yüzüne bakmayı tercih ediyordum. Genelde de Şerife’nin yüzüne bakıyordum. Çünkü diğer kızlar onlara baktığımı fark edince kafalarını önlerine eğiyorlar, hoca ise bakışlarımla karşılaşınca gözlerini belerterek bakışları ile beni azarlamaya çalışıyor ve önüne bak dercesine jest ve mimikler içerisine girmekten kendini alamıyordu. Şerife ise ona baktığımda suratına oturan gülümsemeyi gizlemeye çalışarak bana bakıyordu. Gözlerini kaçıran taraf olmak istemiyordu, inat ediyordu bunu anlayabiliyordum ama ben de tüm kararlılığımla ona bakmaya devam ederek duanın tonlamasını Meksika dalgası misali bir bağırarak bir sessiz sakin şekilde değiştirince kendini tutamıyordu ve diğer çocukların dua okurken yaptığı gibi bakışlarını halıya yönelterek ve kafasını ileri geri sallayarak gülmeye başlıyordu.

Hocanın benden hoşlanmadığının farkındaydım. Derslere en son gelen bendim. Herkes dua kitabını yanında götürürken ben kıvırıp tespihlerin konduğu ahşap kabın arkasına bırakıyordum. Duaları ezberlemek için sıranın bana gelmesine kadar geçen süre yeterli oluyordu ve az evvel bahsettiğim üzere duaları okurken çoğu durumda diğer çocuklardan farklı davranıyordum. Köyde değil şehirde büyümüştüm. Diğer çocukların çoğu davranışlarını anlamakta güçlük çekiyordum. Zaten okuduğum dualardan bir şey anlamıyor olmak canımı sıkıyordu. Adana’da evde Michael Jackson’ın Bad isimli şarkısının klibine televizyonda denk geldiğimde halının üzerinde tepinmeden evvel bile babam etrafta ise önce yanına gidip; “baba bu şarkıda ne anlatıyor, ne diyor sözlerinde söylesene!?” diye adamın başının etini yiyen meraklı bir velettim. Okuduğumuz dualar ise İngilizceden daha beterdi. Hiçbir şey anlamıyordum. En son kureyş ve kafirun suresinden sonra zaten bende kayış kopmuştu. Tekerleme okur gibi okuyordum duaları ve kurs bir an evvel bitsin diye anlamadığım o duaları umutsuzca ediyordum yine o çocuk aklımla. Metafizik can sıkıntımı kendi silahı ile vurmayı istemeden de olsa deneyecek kadar çaresizdim o yaz.

Hocanın kursu bugünlük bitirmesinden hemen sonra oturduğum yerde birden kursa gelirken bisiklete binip yolda ilerlerken yaşadığım üç ya da dört dakikanın günümün en eğlenceli anları olduğunu fark ettim. Tabi bu hislerimde söz konusu yakalanma, düşme, ısırılma tehlikelerini hasarsız atlatmış olmanın getirdiği iyimserliğin de etkisi vardı. Oysa yarın yine kurs vardı, annem ve teyzemin siniri geçmemiş olabilirdi ve Tony yedi gün yirmi dört saat yerindeydi. Bisikletime binip eve dönerken gelirken kaçındığım rotaya doğru pedallara abanarak hızla köyün içine girdim. Suratımda kocaman bir gülümseme, dişlerimin arasında ise hala birazcık çökelek mevcuttu.

            Mithat Erdoğan 31 Temmuz 2014 Perşembe /Adana

            Biterken “Temple of the Dog – Hunger Strike” çalıyordu…

 

 

19 Haziran 2014 Perşembe

İlk Anı


Sanırım uykumdan uyandırılmıştım. Gözlerimi tam olarak açmakta zorlandığımı anımsıyorum. Yetişkinlere göre standart, o yaştaki boyuma göre yüksek olması kuvvetle muhtemel bir sandalyede oturmaya çalışıyorum. Oturmaya çalışıyorum evet çünkü tam olarak oturunca iki ayağımın da yere değmiyor oluşu beni çok tedirgin ettiği için en azından bir ayağımın yer ile temas etmesine imkân tanıyacak konumu alabilme peşindeyim. Sürekli ayak değiştiriyor, kaykılıyor ve huzursuz bir devinimin içinde beyhude kıpırdanıp duruyorum. Sağ tarafımda büyük, yuvarlak bir masa var. Masanın modeli, şu genelde bahçelere ve yazlık tesislerde kamelyaların altına konulan, üzeri mermerimsi, beyaz renkli, ince ve işlemeli dantel motiflerine sahip kıvrımlı ayakları olan cinsten. Bu tür masaları, hatta sandalyelerini yerinden oynatmak çok ciddi bir gayret gerektirir.

Masanın ve sandalyenin üzeri sıcak havadaki nem sebebiyle yapış yapış. Benim ise çok uykum var, ayılamamışım. Halsizim, keyifsizim ve en önemlisi huysuzum. Bir anda karşımdan annemin geldiğini görüyorum. Sağ elinde bir kutu var ve sol koltuk altına sıkıştırılmış bir poşet ve bu sebeple daha dar bir açıyla önünde duran sol elinde okumakta olduğu bir reçete var. İlaç içeceğimi böylece idrak etmiş oluyorum. Kafamı tekrar sağa oflayarak çevirdiğimde masanın üzerinde durmakta olan boş TAMEK şişesi gözüme çarpıyor. TAMEK meyve sularının o yıllarda kullandığı cam şişelerden. Koyu renkli hatta o kadar koyu renkli ki içindeki meyve suyunun hangi meyve aromalı olduğunu anlamanıza yardımcı olacak renk ayrımını dahi yapamazsınız. Ben de hem bu sebepten hem de şişe boş olduğu için, boş şişeyi burnuma yaklaştırıp koklamak sureti ile içinde hangi meyve suyu olduğunu anlamaya çalışıyorum. Burnuma keskin bir vişne kokusu çarpıyor. Fakat canım hiç meyve suyu istemiyor.

Derken annem karşıma oturuyor ve elindeki kutudan öksürük şurubunu çıkartıp masaya koyuyor. Sonra sağ tarafından arkasına dönüyor ve gelen garsonu görünce hareketlerindeki keskinlik ve çabukluk bir nebze azalıyor. Garson elindeki tatlı kaşığını anneme uzatıp ıslık çalarak geldiği istikametten geri dönüyor. Tatlı kaşığına dökülen öksürük şurubunun koyu kırmızılığa yakın bordoluğu bana az evvel kokladığım vişne suyunu hatırlatıyor ve ağzımdaki kekremsi ve acımtırak berbat tattan bir an evvel kurtulmak adına anneme vişne suyu istediğimi söylüyorum. Yüzümü ekşiterek ve ağlamaklı bir ses tonu ile bu isteği anneme iletiyorum çünkü talebimin geri çevrilme olasılığını bu sayede azaltabileceğim kanısındayım. Fakat annem şefkatli olduğu kadar da katı bir ses tonu ile kelimeleri tane tane vurgulayarak; “öksürük şurubundan hemen sonra yarım saat kadar başka bir şey içilmez, yoksa öksürük şurubunu boşuna içmiş olursun, ayrıca meyve suyu soğuk, boğazını daha kötü yapar” cevabını vererek isteğimi reddediyor. Fakat daha sonra dayanamayarak, yarım saat sonra odada içmem için meyve suyunu almaya kafeteryaya yöneliyor.

Bu esnada ya çok derin nefes aldığım için ya da o an kendiliğinden, çay bahçesine çok keskin bir çam ağacı kokusu yayılıyor. Çay bahçesini çevreleyen bodur çam ağaçlarına ve diplerindeki onlarca küçük, yuvarlak kozalaklara bakıyorum. Şurubun ve bu kokunun da tesiriyle uyanmışım, kendimdeyim. Annem az evvel elinde ilaç poşetleri ile geldiği yoldan bana doğru seğirtiyor ancak bu sefer meyve suyu ve pipet taşımakta olduğundan daha sempatik görünüyor. Derken hemen arkamızdan bir motor sesi duyuluyor ve kafamı çeviriyorum. Arkamda, üzerinde mavi tek parça bir işçi kıyafeti ve kafasında beyaz SEKA şapkası ile boynuna asarak taşıdığı sinek ilaçlama makinesini çalıştıran görevliyi görüyorum. Makinenin gürültüsünü artırarak tam randıman çalışmasını takiben ortalığa bembeyaz bir duman ve az evvelki çam ağacı kokusunun keskinliği ile alakası olmayan keskinlikte suni bir koku yayılıyor. Sıcak ve nemin üstüne bir de sinek ilacı dumanı yüzünden iyice yapış yapış olmamak için kalkıp bana doğru seğirtmekte olan anneme doğru yürüyorum, elimden tutuyorum ve çay bahçesinin, çıkış ve aynı zamanda giriş için kullanılan, beyaz beton yoluna yöneliyoruz.

Misafirhane binasına doğru yürürken kulağıma belli belirsiz bir su sesi geliyor ama anneme bu sesin nerden geldiğini sormuyorum. Arkama dönüp çay bahçesine baktığımda sinek ilacı dumanı yüzünden ortada bir çay bahçesi kalmadığını ve dağılan dumanla birlikte çay bahçesinin tekrar yavaş yavaş belirmeye başladığını görüyorum.


Mithat Erdoğan
Mayıs 2014 Moda-İstanbul

NOT: Anneme sorduğumda bu olayın 1989 yazında SEKA Dalaman tesislerinde yaz ortasında bronşitten muzdaripken öksürük şurubu içtiğim bir akşamüstü vuku bulduğunu öğrenmiştim. O senenin yazında SEKA’da çalışan eniştem ve teyzelerimle Silifke’den Fethiye’ye araba ile seyahat etmişiz.

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Baharı Karşılayan Persona

I

Bu hava adamı kudurtur.
Kudurttuğu yetmezmiş gibi
bir de adama
gündüz gözüyle
muhtelif hayaller ku(r)durtur.

II

Mevsim o kadar güzeldi ki
adeta üzerimize;
"kendimizi dışarı
atmayıp da n(e) (y)apal(ı)m?"
bombaları
fasılasız yağıyordu...

Mithat Erdoğan

14 Nisan 2014 Pazartesi 11:09 / BJK Plaza

Biterken, "Bülent Ortaçgil - Integral" çalıyordu

15 Mart 2014 Cumartesi

Kruvaze

Masanın kısa bacağının altına sıkıştırdığım
katlanmış gazete sayfasıyla bakışmıştım
salondaki halının üstünde sızdığım
ciğeri beş promil etmez o boktan akşam.
Hala neden yaptığımı anlamış değilim.
Gazete sayfasını birden açıvermiştim.
Yanağımdaki salyamdan rahatsız olduğum
halde inatla tüm küpürleri hatmeştim.
Sonra halıda uyumaya devam etmiştim.

Ertesi sabah o kadar keyifsizdim ki,
evi kaçarcasına terketmeden evvel
duş almayacak olmama rağmen
donuma varana dek tüm çamaşırlarımı
kararlı bir şekilde çıkartıp, buruşturup
kirli sepetine hedef gözetmeksizin fırlatmıştım.

Vapura yetişmek için koşar adımlarla ilerlerken
talihsizce tarafıma yöneltilen
zamanlaması çok ama çok yanlış
o soruya ise;
"Hayalimdeki meslek;
kruvaze ceket giyme prensibinden
kesinlikle ödün vermeyen,
çatık kaşlı, aksi ama sevecen
ve tayfalarına bıyıksız bir Hulusi Kentmen
misali davranmakta beis görmeyen
bir kruvaze gemisi kaptanı olmaktı
sevgili anketör hanım efendi!"
şeklinde yanıt vermiştim.

Üstelik yetişmeye çalıştığım
şehir hatları vapuruna da binebilmiştim.


Mithat Erdoğan
15 Mart 2014 Cumartesi

Biterken; "Cenk Taner - Tahta Kılıçlar" çalıyordu...

14 Mart 2014 Cuma

Bit pazarına nur yağdıran adam

Tırnak diplerine kadar sinen
mandalina kabuğu kokusundan
tiksindiği için
canı her mandalina
yemek istediğinde
suçlu hisseden,
ekseriyetle günü gününe
ders çalışmayan,
mastürbator ve sivilceli
ama çoğu zaman iyi niyetli
bir orta okul talebesi
kadar amaçsız hissedebilecek
potansiyele sahipti
can sıkıntısından muzdaripken.

Mithat Erdoğan
14 Mart 2013 Cuma

Şu an hiç sırası değil aslında

Ters durmuş terliği düzeltmek için sabırsızlanan
takıntılı ve huysuz zamanlarım,
takıntısız ve huylu zamanlarımı
tanısa çok sevebilirdi belki de.

Ön yargılarımı kuru temizlemeciye bıraktığım
bir rüya görmüştüm geçtiğimiz günlerde.
Sıcak yataktan kalkmak bile koymazdı aslında
uyandığımda geri alıp almadığım kısmı hatırlayabilseydim...

sadece 0.9 kalem uçlarını yiyen arkadaşım aklıma gelirdi
kırtasiyeye her girdiğimde, ve kocaman gülümserdim.
Sütlacın üstünde toz birikir diye üst kısmını yemeyen
çocuk ben değilmişim gibi uç yiyen arkadaşımın yaşındayken.

Mithat Erdoğan
14 Mart 2013 Cuma