11 Kasım 2017 Cumartesi

Tavuklar- Horozlar - Sincaplar

Bu satırları yazarken güneş tam arkamdan enseme vuruyor. Üç gün evvel taşındığımız evimizin verandasında üzeri rengarenk boya lekeli emektar ahşap masamızda oturmuş etrafa bakınıyor, yine arkamdan esen hafif serin rüzgarın kulaklarıma vurmasının tadını çıkararak dinleniyor ve boş boş etrafa bakınıyorum.


Toprak zeminden yaklaşık yarım metre yükseklikteki verandanın hemen aşağısında parçalanmış bir nar kabuğunu yemek için kavga eden iki tane tavuk var. Birisi soluk siyah, diğeri ise sarıya yakın kahverengi. Arkalarından yaklaşan horozun henüz farkında değiller. Parlak yeşil kuyruklu, altın sarısı tüylü, iri kıyım ve gayet formda gözüken horozu fark eder fark etmez tamamen zıt yönlere doğru hızla kaçıyorlar. Olay yerindeki nar kabuklarını inceleyerek ne olduğunu anlamaya çalışan horoz ise ilgisini çok çabuk kaybediyor ve başka bir tavuğu kovalamaya başlıyor.


Tam bu esnada bahçenin diğer ucunda bir çitin üstüne çıkıp avazı çıktığı kadar ötmeye başlayan başka bir horozun sesine daha fazla tahammül edemiyor ve kablosuz hoparlörümü telefonuma bağlayıp müzik açıyorum. Rastgele çal butonuna tıklayınca çalmaya başlayan ilk parça REM’den “Man On The Moon” oluyor. Bir an için haddimi bilmeyerek kendimi Andy Kaufman ile özdeşleştirebiliyorum. Heyhat! Man at the Kayaköy! Ha ha ha!


Hemen sağımdaki kocaman incir ağacının yaprakları birden usul usul dökülmeye başladı. Mevsimsel döngünün belli başlı prensipleri var ve havanın on dokuz derece olması aylardan Kasım olmasından tabi ki daha önemli değil. Yapraklar incir ağacının hemen altındaki toprak zeminde konuşlanmış üç adet çanak antenin üzerine dökülüyorlar. Kontrast ve güzel bir görüntü... Elim masanın üzerindeki fotoğraf makinesine uzanıyor ama oturduğum yerden baktığımda gördüğüm kadraj pek istediğim gibi değil. Yerimden kalkmak da istemediğimden fotoğraf çekmekten vazgeçiyorum.


Kasım ayında olduğumuzu fark edince yaşımı hesaplama ihtiyacı hissediyorum ve daha sonra ay cinsinden hesaba yönelip tam üç yüz doksan sekiz küsür aydır yaşadığımın farkına varıyorum. Üç Ocak 2018 tarihinde Dünya üzerindeki dört yüzüncü ayımı tamamlamış olacağım.


Büyük şehirden kırsala, taşraya taşınma ile ilgili beylik laflar etmek ve malumatfuruş bir tavra bürünmek niyetinde değilim, korkmayın. (Bu Holden Caulfield’esk cümleyi çok sevdim niyeyse.) Burada geçirdiğim çok kısa süre içerisinde (ki geleli daha dört gün oldu) en çok hoşuma giden şey ise daha şimdiden son on beş senedir (yüz seksen ay) İstanbul’da yaşamamış gibi hissetmeye başlamam oldu. Bu benim için çok önemli, çok rahatlatıcı ve çok memnun edici bir gerçek.


Bunun kafama dank etmesi de şöyle oldu; dün köy meydanından öteberi almış eve doğru yürürken sol tarafımda kalan büyük arsanın ortasındaki ağacın yapraklarının bir kısmının kızıllığı ve bir kısmının da pastel mora yakın tonları ilgimi çektiği için ağaca yaklaşmaya karar vermiştim. Derken ağacın üstünde bir kaç farklı kıpırtı gözüme çarptı. Durdum ve olduğum yerden ağaca daha dikkatli bakınca kıpırtıların ağacın üzerindeki dört adet yavru ve bir adet yetişkin sincaba ait olduklarını idrak ettim. Kocaman ağacın dallarında ve gövdesinde bir oraya bir buraya koşturan dört adet yavru sincap ve onların gözünün önünde oynamasından memnun-muşçasına olduğu yerde sabit durarak onlara bakan yetişkin bir sincap…


Daha evvel bir kez Ihlamur Kasrında sincap görmüşlüğüm vardı ama oradaki sincaplar insan sayısının fazlalığı sebebi ile aşırı ürkek davranmaktaydılar. Dolayısıyla bu kadar rahat bir şekilde onları gözlemleme fırsatım olmamıştı. Şimdi uzun uzadıya bakınca çok enerjik ve komik görünüyorlardı. Hele yetişkin olanın kafasının iki üç katı büyüklüğündeki top şeklinde kuyruğu pek gülünç ve güzeldi.


Bu sefer kadraj da ışık da çok iyiydi ve fotoğraf çekmem artık kaçınılmaz sayılırdı. Deklanşöre bastım. Sonrasında ise hemen önümdeki taş duvar yıkıntısından kalan kısma oturup ağacı ve sincapları seyrettim. Sürekli boynumda fotoğraf makinesi olması sebebi ile beni turist sanan köylüler gelip geçerken bana selam verme zahmetine katlanmıyorlardı. Bu durumu (şimdilik) garip bir biçimde rahatlatıcı ve özgürleştirici buluyordum.


Taşınma telaşı, nefes alabildiğimiz kısımlarda bol bol çizgi roman ve fotoğraf makinesi boynumda asılı yapılan uzun yürüyüşler ile geçiyor şimdilik günlerim. Seda da ben de eve bir an evvel yerleşmeye ve eksikleri gidermeye çalışıyoruz. Evin eksikleri; odun sobası, odun, telefon, internet, ayakkabılık, TV sehpası ve güneş enerjisi tesisatı vs…


Bu eksikleri giderirken telaş göstermemeye gayret ediyoruz. Bir elinde mala, diğer elinde ıslak çimento tahtası, ağzındaki sigaranın dumanı yüzünden kısmak zorunda kaldığı bir gözü ile hiç acele etmeden işini yapan bir duvar ustası serinkanlılığı ile eksiklerimizi elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince gidermek ve buradaki yaşamın tadını çıkarmak niyetindeyiz.


Acele etmiyoruz, siz de sakın acele etmemeye çalışın, tabi mümkünse...

"Oh! I got plenty of time.
Oh! You got light in your eyes
And you're standing here beside me.
I love the passing of time.
Never for money, always for love...
Cover up and say goodnight, say goodnight."




Mithat Erdoğan
7 Kasım 2017 Salı
Saat 13:41
Kayaköy - Fethiye - Muğla

Biterken; Talking Heads - This Must Be The Place çalıyordu





















i) R.E.M. - Man On The Moon

ii) Talking Heads - This Must Be The Place (Naive Melody)