30 Ekim 2013 Çarşamba

Rıfkı

Hava çok sıcaktı. O kadar sıcaktı ki, binaların küçücük gölgelerinden faydalanabilmek için ekstra çaba sarf etmek bile insanın gözünde büyümüyordu. Günün; güneş ışınlarının her saniye ; “biz buradayız, beynini yakacak kadar saldırgan ve fazlayız, seni ter içinde bırakacağız ve kapalı bir yere girmeye niyetin yoksa buna alışman gerek ey fani!” diyormuşçasına itici olduğu vakitleri idi.

Rıfkı ise sıcağa aldırış etmeksizin Beşiktaş sokaklarında boş boş geziniyordu. Sıcağa aldırış etmemekten başka bir alternatife de sahip değildi. Aslında o da en az diğer insanlar kadar sıcağa aldırış, hatta küfür ediyordu. Ancak onu diğer insanlardan ayıran yıllardır süregelen evsizlik halinin getirdiği kalenderliğe sahip olmasıydı. Kafasını kaldırıp güneşe baktı ve öğlen vakti olduğuna kanaat getirdi. Saat tahminini desteklemek için etrafına bakınca, öğle arasına çıkmış insanların lokantaların önünde yarattığı hareketliliği görüp, kaşık, çatal, bıçak seslerindeki artışı duyunca tahmininde yanılmadığını anladı.
Bir yandan yürüyor, bir yandan da evsiz bir berduş, meczup olmanın hakkını vermek istercesine kendi kendine konuşuyordu. Yüzüne dalgın bir meczuptan çok kaygılı bir işadamından beklenecek endişe dolu bir ifade yerleşmişti. Kafasını kurcalayan ve monoluğuna konu olan husus ise hayata geçirmeyi planladığı bilim kurgu öyküsünün ana çerçevesini nasıl oluşturması gerektiğiydi. Kendi kendine konuşuyor, aklına hoşuna giden bir fikir geldiğinde sağ elini yumruk yapıp sol avucunun içine vuruyor ve sesli bir biçimde “aha, ha ha!” diyerek kahkaha atıyordu.

Şair Nedim caddesine çıkan dik yokuşu bitirip köşeyi döndüğünde adımlarını hızlandırdı ve kendi kendine konuşmaya devam etti;
“Öykü İstanbul’da geçer.  Aksaray, Cerrahpaşa, Fındıkzade, Çapa veya Vefa civarı gayet uygun olur. E tabi bilim kurgu öyküsü olunca içinde mistik öğeler barındırmaz diye de bir kaide yok, barındıracak, ba-rınd-dı-ra-cak kardeşim. Hem tasavvuf da bir nevi sosyal bilim sayılır. Al sana kurgu. Al sana bilim. Hem o taraflarda çok fazla hacı-hoca türbesi var, boşuna o muhiti seçmedik öykü için. Zaman makinesi ile gerçekleştirilen yolculuklar, muhtelif uhrevi zatlar ve bu zatların varoluşsal sıkıntılar üzerine ettiği kelamların vurgulandığı olay örgüleri halloldu mu, e bir de üstüne olayların geçtiği dönemlerin atmosferini de hakkı ile betimleyebildik mi tamamdır! Aaa! Yok lan karakter çözümlemesi, evet evet karakter çözümlemesi de var. O da önemli. Akıllıca yapılması gerek. Sonra piç olur güzelim potansiyele sahip bilim kurgu öyküsü.

Ha bir de çok fazla kağıt toplamam, bir sürü kalem tedarik etmem ve aydınlık sessiz sakin bir yer ayarlamam lazım. Ulan Allahtan evim yok da sikimin keyfi nereyi isterse oraya gidebiliyorum. Ama sikimin keyfinin de makul olması lazım. Sonuçta bilim kurgu romanını gündüz yazmak saçma olur, gece yazarsam daha yaratıcı şeyler çıkabilir.  Hem gündüz gözü ile bilim kurgu romanı mı yazılır amına koyim, Öylesi Cuma namazından çıkıp kerhaneye gitmek kadar saçma bir şey olur! Neyse sinirlenme Rıfkı, sakin.”
Rıfkı kendi kendine böyle konuşurken Şair Nedim caddesini bitirmiş Akaretler yokuşunun başlangıcına varmıştı bile. Yokuşu çıkmadı ve İskele’ye doğru aşağıya seğirtti. Dolmabahçe caddesine çıkan köşedeki Vakıfbank ile o sikimsonik lüks konut ve dükkân sırasının arasında kalmış Türbeyi görünce zınk diye durdu. Cebinden bir sigara pöçüğü çıkardı ve canhıraş bir biçimde yakıp içindeki hepi topu iki üç fırtlık tütünü ziyan etmemek için hırsla içmeye başladı. Sigaradaki tütünden ümidi kesince izmariti yere fırlattı; “Bu sıcakta sigaradan da bir bok anlaşılmıyor ya, yine de içmek gerek. Tiryakilik ciddi bir müessese.” dedi.

Türbenin kenarına oturdu ve tellerin arkasında kalmış mezar taşlarına bakmaya başladı. Yazacağı öyküde türbeler ile ilgili betimleme yaparken faydalanmak için her bir mezar taşını dikkatle inceledi. Sonra üzerlerindeki eski yazılara uzun uzun baktı ama bir şey anlamayınca dikkati kedilere kaydı. Mezar taşlarının arasında onlarca kedi vardı. Türbenin içindeki ağaçlar sebebi ile gölge oluşu, Rıfkı’nın oturduğu yerin hemen bir metre yanındaki su kapları ve kuru mama kırıntıları kedilerin varlığının sebebini yeterince izah etmekteydi. Kedilerin bazıları tellerdeki birkaç delikten içeri girip çıkıyor, bazıları oldukları yerden manasızca sağa sola miyavlıyor ve kalan bazıları ise birbirlerinin üstüne atlayıp boğuşmak sureti ile oyun oynuyorlardı. 
Bu sırada öğle yemeğini bitirmiş ve muhtemelen hazır kahve aldıktan sonra muteber bir beyaz yakalı olmanın beş şartından birini yerine getirmenin verdiği iç rahatlığı ile mesaisinin kalanına devam edecek olan, orta yaşlılığa merdiven dayamış güzelce bir kadın, kedilerin, dolayısı ile Rıfkı’nın yanına yaklaşmakta ve bu esnada çantasından tiz bir hışırtı eşliğinde birkaç küçük buzdolabı poşeti çıkarmaktaydı.

Derken üç farklı poşetin içinden üç farklı kedi maması çıktı ve kedilerin önüne döküldü. Ortalığa çok ağır bir koku yayılmıştı, mamalar kesinlikle sabahtan beri soğuk bir yerde muhafaza edilmiş gibi durmuyorlardı hatta o kadar yağlıydılar ki, gök bilimciler tarafından bulutsuz bir yaz gecesi gözlenmekte olan takımyıldızlar kadar parlamaktaydılar. Evsiz ve her daim iştahlı olan Rıfkı bile yüzünü ekşitmişti. Kediler de bu sözüm ona gıda yardımına hiç yüz vermemişlerdi, hatta çoğu telin diğer tarafına geçmişti bile. Kadın ise suratında kedilerin bu reaksiyonuna anlam verememiş saf bir ifade, elini kedilere doğru uzatıyor ve mamaların yenilmesi için çaba sarf ediyordu.
Yaklaşık bir dakika kadar uğraştıktan sonra oflayarak ve puflayarak doğrulmuş, üstüne başına çeki düzen vermiş ve tam gitmeye hazırlanırken kedilere dönüp gerçekten bir cevap alacağına inancı sonsuzmuşçasına “Neden yemediniz güzelim mamaları ha?” diye sormuştu. Beşiktaş’ın orta yerinde karşısındaki kedilere soru soran bir kadın olduğunu gören Rıfkı ise bir anda kıpırdanmış ve oturduğu yerden kafasını kadına doğru uzatarak;

“Bu hayvanlara bu sıcakta bu kadar ağır, yağlı ve ılık kedi mamasını dayarsanız olacağı budur, ne bekliyordunuz ki?” dedi. Kadın şaşırmış, hatta daha çok korkmuş bir şekilde Rıfkı’ya bakıp yanıt vermek için tereddüt edince Rıfkı kadının cevap vermesini beklememiş ve “Gerçekten beslenmelerini istiyorsanız yarın birkaç kâse ve buz gibi süt getirip önlerine dayarsınız. Hayvanlar hem susuzluklarını giderir, hem de beslenmiş olurlar” diye eklemişti.
Kadın cevap verecektiyse de Rıfkı’nın bu son cümlesinden sonra vazgeçti ve hızlı adımlarla Akaretler yokuşunu tırmanmaya başladı. Arkasına bile bakmamıştı. Çok korkmuş ve rahatsız olmuştu. Özellikle Rıfkı’nın söylediklerindeki haklılık payı kendi kendine hırslanmasına sebep olmuştu.
Rıfkı kadının arkasından baktı ve yine kendi kendine; “dur ulan şu bilim kurgu projesinden evvel şu olayı kısa öykü haline getireyim. Hem bir nevi ısınma turu olur koskoca romana başlamadan evvel. Hah! Adını da buldum valla; Kedilere fısıldayan adam Akaretlerde!” dedi ve ağız dolusu kahkaha attıktan sonra cebindeki en büyük sigara pöçüğünü yaktı, yerinden kalktı ve Barbaros Hayrettin Paşa heykelinin gölgesinde kestirmek üzere Beşiktaş İskele’ye doğru seğirtti.



Mithat Erdoğan 30 Ekim 2013 Çarşamba / Beşiktaş Akaretler

Biterken, "Barış Manço - Eğri eğri doğru doğru" çalıyordu