26 Ağustos 2015 Çarşamba

Yüzükoyun


Yüzümü yüzüne koyunca;
 
Demli çayla
taze simit kokusu
yayıldı.
 
At arabalı karpuzcunun
kesmece feryadı
bahçe hortumuyla ıslatılan
işlek, kuru ve tozlu
bir sokaktan
evlerin içine
ağır ağır dağıldı.
 
Bir türlü serinlemeye
yüz tutmayan,
çift kişilik bir yorgan
kadar ağır
ve nem dolu hava
o öğleden sonra
kucağıma bayıldı.
 
M.E


27 Temmuz 2015 Pazartesi

Açık Hava

Newton'un kafasına
meyvesini düşüren
malum ağacın altında
kalemim ağzımda
ellerim ceplerimde
gökyüzüne bakınırken
kafamın içinde
bir ton yazılmamış cümle
sırasını beklemekte
ve bilinçaltımın derinliklerinde
açık pencerenin önünde
uzun uzun seviştiğimiz
o sessiz gece
her akşam olduğu gibi yine
kapalı gişe gösterimde
idi.

Mithat Erdoğan

Temmuz 2015 / Fethiye - Kayaköy

Biterken ; "Kalben - Sadece" çalıyordu.


Hararet

Serin bir temmuz akşamı
şekersiz içtiğim bilmem kaçıncı
çayımın yanına koyduğun
ikili küp şekerin
ambalajındaki "t" harfi
bir türlü faktitif* olamayışımı
alnıma vurmuş
ve "üfle!" demişti.
--------------------------------------

Faktitif*: ettirgenlik / oldurganlık eki olan "t"nin dilbilimindeki adı.


Mithat Erdoğan

Temmuz 2015 / Fethiye Kayaköy Sanat Kampı

Biterken ; "Cults - You know what I mean" çalıyordu...

16 Temmuz 2015 Perşembe

Kaynama Noktası

Lojmanın bahçesindeki çam ağaçlarının altında oturuyorduk. Altıgen şeklindeki beton piknik masalarından birindeydik. Gölgeye sığınmıştık. Güneş en tepeye çoktan varmıştı. Hava giderek daha da ısınıyordu. Okul uniformasının kumaş pantalonu içerisindeki bacaklarımın terlemeye başladığını damla damla hissedebiliyordum. Öğlen aralarındaeve gidip yemek yememi sağlayacak izin belgemle okul bahçesinden çıkıp lojmana girmiştik. Çok kolay olmuştu. En azından bu kısmı…

Lojmanın bahçesinde yemek yiyor oluşumuzu panik içinde tasarlamıştım. Evde yiyemezdik. Eve yaklaşık altı ay evvel icra memurları gelmişti. Bazıları alabildiğini almış, diğerleri ise götlerine baka baka geri dönmüştü. Evde bir takım eşyalar kalmıştı. Bir takım eşyalar ve dört kişilik çekirdek ailemiz güzel bir ekip olmuştuk. Ben nerdeyse bomboş kalmış salonu kendime oda olarak tahsis etmiştim. Salonda yaşıyordum. Bu kadarını bilmen gerekmezdi. O yüzden seni bahçede ağırlamaya karar vermiştim.

Sulu yemek yeme niyetindeydik ama annemin lahmacun yaptıracağı tutmuştu. Eve haciz gelmiş olsa da arada böyle çılgınlıklar yapıyorduk diyerek mağdur edebiyatı yapmayacağım. İstesem yaparım ama yapmayacağım. Zaten yeterince mağdurdum. Bahçede oturmuş lahmacunlarımızı yiyorduk. Yukarıda kocaman bir odam vardı. On yedi yaşındaydık, senden hoşlanıyordum ve evde kimse yoktu ama dalgın gözlerle çam ağaçlarının altındaki pürlere bakıyordum. Eteğinin altına giydiğin kolej ayakkabıların ve baklava desenli çorabınla güzel bir kontrast yakalayan pürleri inceliyordum.

Odam olduğunu iddia ettiğim salon açısından bakınca da trajik bir durumdu aslında. Yetişkin insanların çocuklarıyla yaşadığı bir evin en seçkin odası olması, misafirler ağırlanması, büyük sofralar kurulup pek muhterem misafirler ağırlanırken şen kahkahaların atılması gereken kocaman bir odada on yedi yaşında bir ergen erkek ikame etmekteydi. Odanın misyonundan mahrum bırakılmasını, statüsünü sürdürememesini geçtim, son altı ayda içerde çekilen otuzbirin haddi hesabı yoktu! “Mutsuz bir mastürbatörün meskeni” Odaya isim koymam gerekse bu ismi koyardım.

Olur da eve girmemiz gerekirse diye salonun kapasını kapatmış ve hatta kilitlemiştim. Tedbirliydim. Seninle başbaşa kalmak için yırtınmam gereken odanın kapısını kilitliyordum. Garip bir histi. Ama garip hislere son altı aydır aşina olduğumdan çok da üzerinde durmamıştım.  Eve gelirken yolda çok aç hissediyordum ama beş yıllık kalkınma planı üzerinde çalışıyormuşcasına, sosyopatça hareketlerle ve panik içerisinde önlem almak tüm keyfimi kaçırmıştı. Yemek yiyebilecek durumda değildim.

Manevi olarak birşeyler saklamayı boşversenize, esas insanın fiziksel olarak birşeyler saklamak durumunda kalması çok yorucuydu.Benim sakladığım şey ise kırk beş metrekarelik bir odaydı. Abra kadabra ile olacak iş değildi, zaten sihire inanmıyordum. Maksim Gorki’nin “Ekmeğimi Kazanırken” kitabının kahramanı çocuğa inanmak için ise bir sürü gerekçem vardı. Alın ve okuyun ne demek istediğimi anlarsınız. Şimdi uzun uzun anlattırmayın canım kitabı bana burda.

Dalgın bir şekilde karşında oturmam dikkatini çekmişti. “Noldu neyin var, ne düşünüyorsun?” demiştin. Hemen yanımızdaki tahta masa gözüme çarptı ve üzerindeki kocaman oyuğun nasıl oluştuğunun hikayesini mekanik bir şekilde anlatmaya başladım. Üç dört sene evvel yaz tatilinde can sıkıntısından dört beş erkek bir araya gelip kumpir yapmak istemiştik. Kim olduğunu şimdi anımsayamadım ama közlendiği için kapkara olmuş bir patates sanıp koca bir kömürü masaya bırakmıştı içimizden biri. Tahta masa erimiş ve büyükçe bir oyuk açılmıştı. Konuyu dağıtmaya çalışıyordum ve bu gibi durumlarda kullanabileceğim en az on beş – yirmi tane hikayenin olduğu bir muhitteydik. Konu dağılmıştı. Rahatlamıştım.

Yemek yiyor gibi yapmaya başlamıştım. Üç tane çeyrek limon yiyip bir lahmacunu yarısına kadar kemirdim. Seni izliyordum. İştahlı bir şekilde lahmacun yerken bile seni çekici bulduğumu farkettim ve bu durumu çok çabuk kanıksadım. Sağ elinle lahmacunu tutuyor, sol elinle ise ikide bir burnunun ucuna düşen yuvarlak gözlüklerini eski yerine, yukarıya doğru ittiriyordun. Çıkık elmacık kemiklerin ve incecik kaşların her bir lokmanın serim, düğüm ve çözüm aşamasında senkronize bir şekilde yukarı aşağı hareket ediyorlardı. Önündeki melamin tabakta maydanoz kalmadığını farkettim ve tabağımdaki maydanozları sana hibe ettim.

Yemek sonrasında ellerimi yıkamamız gerekiyordu. Çalışmadığım yerden kazık bir soru gelmiş de önümde sınav kağıdı varmış gibi beton masanın yüzeyine bakakaldım. Önümde iki seçenek vardı. Ya bahçe hortumuyla elimizi yıkamamız için bekçiden gidip göl suyunun açıldığı vananın erişimini sağlayan anahtarı talep edecektim ya da risk alıp yukarıya eve çıkacak ve salona bulaşmadan banyoda bir şekilde eimizi yıkayacaktık... Çok yorulmuştum. Çok mutsuz hissediyordum. Kendi kendime; “sikerler!” dedim ve yukarı eve çıktık.

Eve çıktık, sana bahsettiğim o Madam Bovary kitabını hatırlayacağın tuttu ve bir şekilde odama girdik. Sadece kitabı alıp çıkmadık da... Boş odada yerde üst üste duran rus klasiklerine baktık. Kişisel geişimi kitabı okumayı sevip sevmediğimi sordun ve kendimi tutamayıp küçümseyici bir eda ile; “kişisel gelişim kitabı ile gelişecek kişilere hayat boyu mutluluklar dilerim ama bence beylik laflardan başka bir şey söylemiyorlar” dedim. Tek kaşını yukarı kaldırarak sinirlenmiş gibi yaptın ama dayanamayıp gülmüş bulundun. Belki o an söyleyemedim ama boş bir odada içinin giderek dolduğunu hisseden, yerli yersiz mekan ve zamanlarda durduk yerde ağlayacak gibi olan bir lise son öğrencisi kişisel gelişim kitaplarıyla taşşak geçmeyip de ne yapsındı? Herşeyle taşşak geçmek en iyi müdafaadır. Yazın bir kenara, çok faydasını görürsünüz.

Daha sonra ayakkabı kutularınca dolu kasetleri inceledik, bazılarını kaset çalara koyup dinledik bazılarını sana ödünç verdim. Üniversite hazırlık kitaplarımın köşelerine çizdiğim, çöp adamların baş rolde olduğu çizgi filmlere bakıp dalga geçtin. Salonun tam ortasındaki plastik masanın yanındaki plastik sandalyelerde basket topları ve okunmuş mizah dergileri yığılı olduğundan önce yere, sonra yatağımın ayak ucuna oturduk. Yatağın ayak ucunda otururken bir anda kendimizi sırtımızı duvara yaslamış kunteper canavarı, l-manyak şehitleri ve duka film okuyup ağız dolusu kahkaha atarken bulduk.

Derken saate bakıp eyvah diye bir çığlık atmaya yeltendin ama oda boş olduğu için yankı yapan sesinden bir an için korktun. Gözlerimi senden kaçırdım. O yankıdan sonra yüzünün aldığı ifade bünyemde kahvaltıdan kalkmadan evvel yediğim son zeytinin acı çıkmasına benzer bir etki yapmıştı. Bir nevi “hayat devam ediyor” etkisi.

Evden koşar adımlarla çıktık, merdivenleri ikişer üçer indik, lojmanın bahçesinden okul kapısına telaşlı ve neşeli bir depar attık. Eteklerin uçuşuyordu, gömleklerimiz dışarı çıkmış, zaten gevşek olan kravatlarımız kendilerini iyice koyvermişti. Okul girişinde kapıdakı nöbetçiye koşuma ara vermeden izin kağıdımı okuması için buruşturup fırlatmış ve seni işaret ederek; “Birlikteyiz!” demiştim. Derse girmeden evvel çeşmede elimizi yüzümüz yıkamak için kısa bir mola vermiştik. Ağzımı musluğa nerdeyse dayamış su içerken omzuma dokunmuş ve taklidimi yaparak “Birlikteyiz” demiş ve memnun gülümsemeni takınıp “Demek birlikteyiz ha?” diye eklemiştin. Musluğu kapatıp ağzımı elimle silerken ne diyeceğimi bilememiş bir şekilde sırıtıyordum. Suratımdan bir türlü silemediğim kötü bir dövme gibiydi o sırıtışım, Daha sakin ve soğukkanlı olmaya oldum olası özenmişimdir ama yapımda yok.

Sınıftan içeri girdik. Geç kaldığımız için zaten kendimizi hazırladığımız fırçamızı yedik ve cık cık cık nidaları eşliğinde sıralarımıza yöneldik. Yediğimiz fırçayı da cıklamaları da kumarda sürekli kazanan bir kumarbazın kumar sorunu ile ilgili kendisine yöneltilen eleştirileri umursayacağı kadar umursuyordum.

Kafama çarpan kağıt parçası irkilmeme ve arkama dönmeme neden olmuştu. Senden gelen ve üzerinde telefon numaranı yazdığın kağıt parçasının nereye düştüğünü işaret ediyordun. Kağıdı yerden aldım ve dikkat çekmemeye çalışarak usulca açtım. Ev telefonunu ve cep telefonunu yazmıştın. Altında ufak da bir not vardı;

“Biliyorum kişisel gelişim kitaplarını sevmiyorsun ama bunu ilk kez onlardan birinde okumuştum ve  söylemem gerek; ben bugün öğlen yemeğinde odanın boş tarafını değil dolu tarafını gördüm. Bilgin olsun. ;)”

O akşam eve gidecek ve o kağıtta yazanları sıkılmadan defalarca okuyacaktım. Derken televizyonda “Good Will Hunting” filmine denk gelecek ve izleyecektim. Robin Williams ve Matt Damon’ın o meşhur  “It’s not your fault” diyaloğunun geçtiği sahnede daha fazla dolmamam gerektiğini idrak edecek ve ağlamaya başlayacaktım. Ağladıkça; siktiğimin boş salonundan, evde tek başımayken muhtelif kere eve gelen icra memurları ile yapmak zorunda olduğum o sikik sohbetlerden, kışın soğukta sağına alınca sadece sağını, soluna alınca sadece solunu ısıtan ama üşüme hissine asla kesin bir çözüm sunamayan o elektrik sobasına kızıp sobayı duvara fırlatmış olmamdan, uykumun ortasındayken yere düşüp ödümü bokuma karıştıran tavandaki o avizeden dolayı kendimi sorumlu hissetmeyi bırakacaktım ve çok daha iyi hissedecektim.   
 
Mithat Erdoğan
Biterken; "Elliott Smith - Between the Bars" çalıyordu...
 
Good Will Hunting "It's Not Your Fault" Scene
 https://www.youtube.com/watch?v=UYa6gbDcx18
 
Sean: Hey, Will? I don't know a lot. You see this? All this shit?
[Holds up the file, and drops it on his desk]
Sean: It's not your fault.
Will: [Will shrugs] Yeah, I know that.
[Will averts his eyes to the floor]
Sean: Look at me son.
[Will locks eyes with Sean]
Sean: It's not your fault.
Will: [Will nods] I know.
Sean: No. It's not your fault.
Will: I know
Sean: No, no, you don't. It's not your fault.
[Sean moves closer to Will]
Sean: Hmm?
Will: I know.
[Will stands up, trying to keep distance]
Sean: It's not your fault.
Will: Alright.
Sean: It's not your fault.
[Will closes his eyes, he's fighting for control]
Sean: It's not your fault.
Will: Don't fuck with me.
[Will shoves Sean back]
Will: Don't fuck with me, Sean, not you!
Sean: It's not your fault. It's not your fault.
[Will breaks into sobs. They hug]
Sean: Fuck them, ok?

27 Haziran 2015 Cumartesi

Öğün

Çok uykusuzdum. Önümüzdeki masanın küçük oluşu ve tekinsiz görünüşünün de payı vardı gerçi. Dilim sürçmüştü. Farketmemiştim. Sigarayı sardığın kağıdı yalarken yüzünde müstehzi bir gülümseme; serçelerin su içmek için bir süs havuzunun kenarına bir anlığına konup sonra geri havalanması gibi belirivermişti. Sonra dayanamayıp, "Güleryüz değil, Yazıcıoğlu" dedin. Ne var yani? Senin de parmakların sürçmüştü, o sardığın sigaraların hali neydi allasen?

Masanın üstünde mecmua vardı, cacık vardı, tütün vardı, sigara sardığın kağıtlar ve zıvanalar vardı, pazı ve bulgur pilavı biftek ve patates püresi ile birlikte çat kapı teşrif etmişlerdi. Çatal ve kaşıklara ilave bir özen göstermek gerekmekteydi. Yoksa her an mermer zemine düşebilirlerdi. Sonra "lütfen" ve "pardon bakar mısınız" içeren cümlelere yelken açarak garsona seslenmek an meselesi olabilirdi. Unutmadan, masada telefonlar da vardı. Sinirimizi zıplatan e-posta mesajları ya da lüzumsuz aramalarla her dakikamıza ekşimekten zevk alan mesai ve mütemmim cüzü sayılabilecek mesleki sorumluluklar tepemizden bir yerden bizi gözetlemekte gibiydi.

"Kanım kaynıyor" demiştin o gün bana. Kanım kaynıyor diyen birine ne denir asla kestiremediğim için yüzüne bakıp gülümsemekle yetindim. Sahi, kanım kaynıyor diyen birine nasıl yanıt verilir ki? Okunacak kitaplar, dinlenecek şarkılar ve izlenecek filmlerden konuştuk. Zaten konuş konuş bitmiyordu meretler. Bir türlü tatmin olacak kadar zaman ayıramadığımız zevklerimiz vardı işte bizim de. Barfiks çekemediği halde asıldığı barfiks demirini bir türlü bırakmayan çelimsiz ama inatçı erkek çocuklar gibiydik.

İçimden yazmak geldi. Herşeyi bırakıp sadece yazmak. Bir yandan seni dinliyordum evet ama aklım da yazmaktaydı. O an o kadar şairane hissediyordum ki elimdeki telefonun google arama çubuğuna bile bir şiir karalayabilirdim. Bazen böyle hissediyordum. Sonra geçiyordu. Özellikle ofisime gidip de masama oturunca içimdeki bu yangını söndürmek için bir yerlerden su taşıyan yangın söndürme helikopterleri havalanıyor ve taşıdıkları suyu kafamdan aşağıya boca ediyorlardı. Bir anda prezentabıl bir beyaz yakalıya dönüşüveriyordum. Tatsız, tuzsuz, böyle lanet, çekilmez bir mahlukat oluyordum... Kafamdan aşağıya boca edilen o su nasıl kokuyordu biliyor musun? Fotokopi makinesinden yeni çıkmış sıcak bir A4 kağıdı, büyük kahve zincirlerinden alınmış, İngilizce telafuz edilmesi makbul afilli(!) kahveler ve büyük toplantı masalarının üzerine konulan küçük kristal kaselerin içindeki limon, mandalina ve mentollü şekerlerin karışımı kokuyordu. İçim kaldırmıyordu o kokuyu ama kusamıyordum da.

İş yerindeyken bazen o kadar bunalıyordum ki kafamı kaldırıp kulak kesiliyordum. Belki annemin beni eve çağıran sesini duyarım umudu besliyordum. Bir anlığına bile olsa imkanlar dahilindeymiş gibi gelen bir hülyaydı bu. Bir gün o sesi duyabilirsem işi gücü bırakıp eve koşacağım. Benim içimdeki gerçeküstücülük de bu kadar heyhat...

Yemeği bitirip çaylara geçmiştik. Kendimize çaylar demleyememiştik ama çiçek yine asfalttan çıkıyordu. E yüzümüz de gülüyordu. Hayat güzel sayılırdı. Plan yapmanın anlamsız mı yoksa gereksiz mi olduğu lafını ortaya attım. Sen sustun. Cevap vermedin. "Zaten plan yapamıyorum ki" dedin. "Sanki çok farkedecekmiş gibi" diye de ekledin. Şeker kullanmadığımız için çay bardağı altlığının kenarına yaslayıp yan yatırdığımız çay kaşıklarına gözüm takıldı. Çay kaşıklarına özendim. Elimi kafamın arkasına koyup dirseğim yere dayalı bir şekilde buz gibi mermerin üstüne öylece uzanmak istedim.

Çaylar da bitince öğrenilmiş çaresizlik içerisinde saate baktık. Bana hesap ödetmedin. Ofise dönmek zamanıydı. Benim yolum uzun, seninki ise kısaydı. Lokantanın bulunduğu o daracık ara sokaktan cadde-i kebire çıkınca aklıma niyeyse North by Northwest'in kapanış jeneriğinin başladığı o final sahnesi(*) geldi. Kendimi tünele giren o tren gibi mi hissetmiştim? Kim bilir? Uykuluyken insanın kafası farklı çalışıyor olabilir. Sana sarılıp öperken gittiğin kek kursundan bahsettiğin anekdotunu tamamlayacak cümleyi kurmakla meşguldün. Benimle meydana kadar yürüme teklifimi ciddiye dahi almadın. Üşengeçlik ve meşguliyet sahibiydin.

Kendi kendime "uyumam lazım" diye söylenip Galatasaray Lisesi'ne doğru seğirttim. Bugünün dilime pelesenk olan şarkısı "Soul to Squezze" idi. Tüm gün kafamın içinde çalmıştı. Şimdi de kendi kendime ;

"Where I go I just dont't know,
I got to, got to, gotta take it slow.
When I find my piece of mind,
I'm gonna give you some of my good time."


diye mırıldanarak kalabalığın arasına karıştım.

M.E. / Haziran 2015

Red Hot Chili Peppers - Soul To Squeeze

https://www.youtube.com/watch?v=0XcN12uVHeQ

(*)



24 Haziran 2015 Çarşamba

lütfen bırak tepinsinler üstümde*

Sürekli suçluluk hissediyordum. Üzerime yapışmış gibiydi. Beraberinde getirdiği ikircikli bir huzursuzluk da cabasıydı. Mesela az evvel kitapçının kafeteryasında rahat tavırlarıyla personel ile kitabını okuyup çayını yudumlarken bir yandan da telefonunu şarj edebileceği masanın pazarlığını yapan orta yaşlı, kısa saçlı, güler yüzlü ve kemik gözlüklü kadını ele alalım. Kadına baktığımda şunu düşünmüştüm; ben personele bu istekle gitsem, isteğim yerine gelse de gelmese de suçluluk hissederdim. İsteğimi yerine getirseler insanlara zahmet verdiğim için, isteğimi yerine getirmeseler de kalkıp başka bir kafeye gitmediğim için suçluluk hissederdim. Kalıbına sığmadığı halde, sığmadığı kalıbına hem kızan hem de ona karşı sorumluluk ve şefkat duyan, ilginç sayılabilecek bir organizmaydı benimki de...
 
Bu suçluluk duygusundan kurtulabilmek, en azından biraz daha normalleşebilmek adına bir psikoloğa gitmeye karar verdim. Gittim de ne oldu? Psikolog ile havanın erken karardığı bir kış günü son seansı olan ikinci seansımın ortasına doğru sevişirken buldum kendimi. Çok zeki, insanı rahatlatan, kendine has bir öz güvene sahip karizmatik ve ağırbaşlı bir kadındı. Seviştikten sonra deri kanepenin üzerinde nefes nefese ama sessiz bir şekilde uzanırken çantasından çıkardığı tütünü sarmaya başlamıştı. İlk sigarayı sardıktan sonra bana dönüp; "Aslında psikolojik sorunların tamamının tedavisi insanın kendi içinde, psikoloğa gitmeye o kadar da lüzum yok!" demişti. Son zamanlarda gülmediğim kadar çok gülmüştüm. O ikinci sigarayı sararken çırılçıplak bir şekilde kanepeden kalkıp mutfağa gitmiş ve o halde filtre kahve pişirmiştim. Kahveleri servis ederken dilimin ucuna gelen espriyi "ya komik bulmazsa ve suçlu hissedersem" korkusuyla peydahladığım zorlama kösnüllüğümle bastırmış ve susmuştum. Seansın parasını verip vermeme ikilemini ise açıkgöz bir esnaf gibi davranarak çözecek kadar pragmatik zekaya sahiptim çok şükür. Üçüncü seansta iki seanslık ödeme yapmanın en sağduyulu hareket olacağına kanaat getirmiştim. İkilemi ikiletmeden bu bahsi kapattım.
 
Yarım saat sonra muayenehaneden çıkmış her an şiddetlenmeye meyilli yağmurun altında koşar adımlarla vapura doğru ilerlerken çok garip bir şey olmuştu. Az evvel yaşadığım ilginç olaydaki eylemlerimin hiçbirinden ötürü zerre suçluluk hissetmediğimi fark ettim ve bu sefer de suçluluk hissetmemiş olmam yüzünden suçluluk hissettim. Suçluluk duygusunun türevini alabilen bir ruh hastasıydım. "İşte buna içilir!" deyip eve gitmeden evvel kendimi bir bardak reyhan şerbeti ile ehlileştirmeyi denemeye karar verdim.
 
"Ertelenmiş bir tutku, şiddetlenmiş bir tutkudur!" demişti bir keresinde bir dostum. Aslında esas mesele tutkunun ne kadar ertelenmesi gerektiği bence. Fazla ertelenen tutku bir noktadan sonra evcilleşme tehlikesiyle karşı karşıya çünkü. Gel deyince gelen, otur deyince oturup kalk deyince kalkan bir tutkudan kime ne hayır gelir Allah aşkına?! İnsanın ağzında pişmanlık soslu pes bir hayıflanma tadı bırakır son tahlilde. Ha bir de Diotima'nın "Tutkuyla istenen şeyler hemen elde edilmemeli, o zaman insan pek çoğunda gördüğümüz gibi mutsuz olur, hatta belki de istediklerini elde edemeyenlerden daha mutsuz- çünkü hiç değilse onların özlemleri vardır hala" kelamı vardı. Dostumun düşüncesine saygı duymakla beraber, antik çağda yaşamış ve Sokrates'in hocası olduğu iddia edilen bu kadın feylesofun sözünü de kulak arkası edecek değildim.
 
Suçluluk duygumdan kurtulmam birkaç ay sonra kendiliğinden gerçekleşmişti. Güz sonu kış başıydı. Bisiklet sürüyordum. Fenerbahçe burnuna yaklaşmış, tam olarak Sadun Bora heykeline varmak üzereyken karşıdan esen nispeten serin rüzgarla birlikte içime bir anda acayip bir mutluluk hücum edivermişti. Ciğerlerime nüfuz eden hava vasıtasıyla kanıma karışmış bir mutluluktu bu. Başım hafiften dönmeye ellerim karıncalanmaya başlamıştı. Sanki midemle göğsüm arasında son sürat çalışmakta olan bir piston vardı. Bir anda cereyan eden bu coşkunun yavaş yavaş kaybolmasıyla salaklaşmaya başladım. Ama mutluydum. İçimden bir ses; "artık bu kadar fazla suçluluk duymayacağımı" muştularken aynı anda kulaklığımda çalmakta olan "Gloria" isimli parçada Patti Smith ; "Jesus died for somebody's sins, but not mine" diye buyurmaktaydı...
 
Bırakmazlar yakamı dediğim,
hatta hiç arzulamadığım anda
karşıma çıkan bir mucize
gibiydi o rüzgar.
Gökten düşen yine aynı elmalar...
 
---Fin---

M.E.
Haziran 2015 Moda / Kadıköy

* Bu yazı ve sonundaki dörtlük; Mor ve Ötesi'nin 1998 Temmuz'da çıkardığı ve kişisel tarihimde çok büyük bir yere ve öneme sahip "bırak zaman aksın" isimli albüme ithafen yazılmıştır. Olmasaydı, -en azından- böyle olmazdım!
 
Bölüm sonu canavarları;

5 Haziran 2015 Cuma

Açık Öğretim

Sabahın karanlığı
masama dik düşen
günün ilk ışıklarını
semaverden gelen
tiz buhar sesiyle birlikte
yorgun argın
ama memnun
buyur ediyor
kahvehaneden içeri
sanki başka şansı varmış gibi.

Camın kenarına
henüz konuşlanmışken
çay sipariş ediyor
ve laf olsun diye
düşünüyorum;
neredeyse muntazam
bir çemberi andıran
simidimin merkezine
koyduğum üçgen peynirin
iç açılarının toplamı kadar
susam tanesi
döküyor muyum acaba
masanın üstündeki
gazete kağıdına?


İnce belli bardağın kenarında
gayet tekinsizce dinelen
yarısı ıslanmış,
kahverengi ve nemli
küp şekerlerin sakinliği
çaydan aldığım ilk yuduma
eşlik ederken
kapıdan içeri giriyorsun.

Yüzüme bakıyorsun,
bu kadar geometri yetiyor.
Yüzüne bakıyorum,
çayım soğuyor.