24 Haziran 2015 Çarşamba

lütfen bırak tepinsinler üstümde*

Sürekli suçluluk hissediyordum. Üzerime yapışmış gibiydi. Beraberinde getirdiği ikircikli bir huzursuzluk da cabasıydı. Mesela az evvel kitapçının kafeteryasında rahat tavırlarıyla personel ile kitabını okuyup çayını yudumlarken bir yandan da telefonunu şarj edebileceği masanın pazarlığını yapan orta yaşlı, kısa saçlı, güler yüzlü ve kemik gözlüklü kadını ele alalım. Kadına baktığımda şunu düşünmüştüm; ben personele bu istekle gitsem, isteğim yerine gelse de gelmese de suçluluk hissederdim. İsteğimi yerine getirseler insanlara zahmet verdiğim için, isteğimi yerine getirmeseler de kalkıp başka bir kafeye gitmediğim için suçluluk hissederdim. Kalıbına sığmadığı halde, sığmadığı kalıbına hem kızan hem de ona karşı sorumluluk ve şefkat duyan, ilginç sayılabilecek bir organizmaydı benimki de...
 
Bu suçluluk duygusundan kurtulabilmek, en azından biraz daha normalleşebilmek adına bir psikoloğa gitmeye karar verdim. Gittim de ne oldu? Psikolog ile havanın erken karardığı bir kış günü son seansı olan ikinci seansımın ortasına doğru sevişirken buldum kendimi. Çok zeki, insanı rahatlatan, kendine has bir öz güvene sahip karizmatik ve ağırbaşlı bir kadındı. Seviştikten sonra deri kanepenin üzerinde nefes nefese ama sessiz bir şekilde uzanırken çantasından çıkardığı tütünü sarmaya başlamıştı. İlk sigarayı sardıktan sonra bana dönüp; "Aslında psikolojik sorunların tamamının tedavisi insanın kendi içinde, psikoloğa gitmeye o kadar da lüzum yok!" demişti. Son zamanlarda gülmediğim kadar çok gülmüştüm. O ikinci sigarayı sararken çırılçıplak bir şekilde kanepeden kalkıp mutfağa gitmiş ve o halde filtre kahve pişirmiştim. Kahveleri servis ederken dilimin ucuna gelen espriyi "ya komik bulmazsa ve suçlu hissedersem" korkusuyla peydahladığım zorlama kösnüllüğümle bastırmış ve susmuştum. Seansın parasını verip vermeme ikilemini ise açıkgöz bir esnaf gibi davranarak çözecek kadar pragmatik zekaya sahiptim çok şükür. Üçüncü seansta iki seanslık ödeme yapmanın en sağduyulu hareket olacağına kanaat getirmiştim. İkilemi ikiletmeden bu bahsi kapattım.
 
Yarım saat sonra muayenehaneden çıkmış her an şiddetlenmeye meyilli yağmurun altında koşar adımlarla vapura doğru ilerlerken çok garip bir şey olmuştu. Az evvel yaşadığım ilginç olaydaki eylemlerimin hiçbirinden ötürü zerre suçluluk hissetmediğimi fark ettim ve bu sefer de suçluluk hissetmemiş olmam yüzünden suçluluk hissettim. Suçluluk duygusunun türevini alabilen bir ruh hastasıydım. "İşte buna içilir!" deyip eve gitmeden evvel kendimi bir bardak reyhan şerbeti ile ehlileştirmeyi denemeye karar verdim.
 
"Ertelenmiş bir tutku, şiddetlenmiş bir tutkudur!" demişti bir keresinde bir dostum. Aslında esas mesele tutkunun ne kadar ertelenmesi gerektiği bence. Fazla ertelenen tutku bir noktadan sonra evcilleşme tehlikesiyle karşı karşıya çünkü. Gel deyince gelen, otur deyince oturup kalk deyince kalkan bir tutkudan kime ne hayır gelir Allah aşkına?! İnsanın ağzında pişmanlık soslu pes bir hayıflanma tadı bırakır son tahlilde. Ha bir de Diotima'nın "Tutkuyla istenen şeyler hemen elde edilmemeli, o zaman insan pek çoğunda gördüğümüz gibi mutsuz olur, hatta belki de istediklerini elde edemeyenlerden daha mutsuz- çünkü hiç değilse onların özlemleri vardır hala" kelamı vardı. Dostumun düşüncesine saygı duymakla beraber, antik çağda yaşamış ve Sokrates'in hocası olduğu iddia edilen bu kadın feylesofun sözünü de kulak arkası edecek değildim.
 
Suçluluk duygumdan kurtulmam birkaç ay sonra kendiliğinden gerçekleşmişti. Güz sonu kış başıydı. Bisiklet sürüyordum. Fenerbahçe burnuna yaklaşmış, tam olarak Sadun Bora heykeline varmak üzereyken karşıdan esen nispeten serin rüzgarla birlikte içime bir anda acayip bir mutluluk hücum edivermişti. Ciğerlerime nüfuz eden hava vasıtasıyla kanıma karışmış bir mutluluktu bu. Başım hafiften dönmeye ellerim karıncalanmaya başlamıştı. Sanki midemle göğsüm arasında son sürat çalışmakta olan bir piston vardı. Bir anda cereyan eden bu coşkunun yavaş yavaş kaybolmasıyla salaklaşmaya başladım. Ama mutluydum. İçimden bir ses; "artık bu kadar fazla suçluluk duymayacağımı" muştularken aynı anda kulaklığımda çalmakta olan "Gloria" isimli parçada Patti Smith ; "Jesus died for somebody's sins, but not mine" diye buyurmaktaydı...
 
Bırakmazlar yakamı dediğim,
hatta hiç arzulamadığım anda
karşıma çıkan bir mucize
gibiydi o rüzgar.
Gökten düşen yine aynı elmalar...
 
---Fin---

M.E.
Haziran 2015 Moda / Kadıköy

* Bu yazı ve sonundaki dörtlük; Mor ve Ötesi'nin 1998 Temmuz'da çıkardığı ve kişisel tarihimde çok büyük bir yere ve öneme sahip "bırak zaman aksın" isimli albüme ithafen yazılmıştır. Olmasaydı, -en azından- böyle olmazdım!
 
Bölüm sonu canavarları;

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder