27 Aralık 2013 Cuma

Otobiyografik Yazar


Otobiyografik Yazar
“Kâğıt banknotlara lalettayin
yazılmış yazılar bile
şu yazdıklarımdan
daha çok kişiye ulaşmaktadır
bencileyin!”
diye kendi kendine söylenip,
paranın dolaşım hızına
bir anda duyduğu
öfke usul usul dinerken
varlığına behemehâl
inanmadığı ilham perilerinin
ortaya çıkmalarını
beyhude beklemeye
devam etmekteydi
farkında bile olmadan.
 
Mithat Erdoğan
27 Aralık 2013 Cuma
Moda- Kadıköy/İstanbul

30 Ekim 2013 Çarşamba

Rıfkı

Hava çok sıcaktı. O kadar sıcaktı ki, binaların küçücük gölgelerinden faydalanabilmek için ekstra çaba sarf etmek bile insanın gözünde büyümüyordu. Günün; güneş ışınlarının her saniye ; “biz buradayız, beynini yakacak kadar saldırgan ve fazlayız, seni ter içinde bırakacağız ve kapalı bir yere girmeye niyetin yoksa buna alışman gerek ey fani!” diyormuşçasına itici olduğu vakitleri idi.

Rıfkı ise sıcağa aldırış etmeksizin Beşiktaş sokaklarında boş boş geziniyordu. Sıcağa aldırış etmemekten başka bir alternatife de sahip değildi. Aslında o da en az diğer insanlar kadar sıcağa aldırış, hatta küfür ediyordu. Ancak onu diğer insanlardan ayıran yıllardır süregelen evsizlik halinin getirdiği kalenderliğe sahip olmasıydı. Kafasını kaldırıp güneşe baktı ve öğlen vakti olduğuna kanaat getirdi. Saat tahminini desteklemek için etrafına bakınca, öğle arasına çıkmış insanların lokantaların önünde yarattığı hareketliliği görüp, kaşık, çatal, bıçak seslerindeki artışı duyunca tahmininde yanılmadığını anladı.
Bir yandan yürüyor, bir yandan da evsiz bir berduş, meczup olmanın hakkını vermek istercesine kendi kendine konuşuyordu. Yüzüne dalgın bir meczuptan çok kaygılı bir işadamından beklenecek endişe dolu bir ifade yerleşmişti. Kafasını kurcalayan ve monoluğuna konu olan husus ise hayata geçirmeyi planladığı bilim kurgu öyküsünün ana çerçevesini nasıl oluşturması gerektiğiydi. Kendi kendine konuşuyor, aklına hoşuna giden bir fikir geldiğinde sağ elini yumruk yapıp sol avucunun içine vuruyor ve sesli bir biçimde “aha, ha ha!” diyerek kahkaha atıyordu.

Şair Nedim caddesine çıkan dik yokuşu bitirip köşeyi döndüğünde adımlarını hızlandırdı ve kendi kendine konuşmaya devam etti;
“Öykü İstanbul’da geçer.  Aksaray, Cerrahpaşa, Fındıkzade, Çapa veya Vefa civarı gayet uygun olur. E tabi bilim kurgu öyküsü olunca içinde mistik öğeler barındırmaz diye de bir kaide yok, barındıracak, ba-rınd-dı-ra-cak kardeşim. Hem tasavvuf da bir nevi sosyal bilim sayılır. Al sana kurgu. Al sana bilim. Hem o taraflarda çok fazla hacı-hoca türbesi var, boşuna o muhiti seçmedik öykü için. Zaman makinesi ile gerçekleştirilen yolculuklar, muhtelif uhrevi zatlar ve bu zatların varoluşsal sıkıntılar üzerine ettiği kelamların vurgulandığı olay örgüleri halloldu mu, e bir de üstüne olayların geçtiği dönemlerin atmosferini de hakkı ile betimleyebildik mi tamamdır! Aaa! Yok lan karakter çözümlemesi, evet evet karakter çözümlemesi de var. O da önemli. Akıllıca yapılması gerek. Sonra piç olur güzelim potansiyele sahip bilim kurgu öyküsü.

Ha bir de çok fazla kağıt toplamam, bir sürü kalem tedarik etmem ve aydınlık sessiz sakin bir yer ayarlamam lazım. Ulan Allahtan evim yok da sikimin keyfi nereyi isterse oraya gidebiliyorum. Ama sikimin keyfinin de makul olması lazım. Sonuçta bilim kurgu romanını gündüz yazmak saçma olur, gece yazarsam daha yaratıcı şeyler çıkabilir.  Hem gündüz gözü ile bilim kurgu romanı mı yazılır amına koyim, Öylesi Cuma namazından çıkıp kerhaneye gitmek kadar saçma bir şey olur! Neyse sinirlenme Rıfkı, sakin.”
Rıfkı kendi kendine böyle konuşurken Şair Nedim caddesini bitirmiş Akaretler yokuşunun başlangıcına varmıştı bile. Yokuşu çıkmadı ve İskele’ye doğru aşağıya seğirtti. Dolmabahçe caddesine çıkan köşedeki Vakıfbank ile o sikimsonik lüks konut ve dükkân sırasının arasında kalmış Türbeyi görünce zınk diye durdu. Cebinden bir sigara pöçüğü çıkardı ve canhıraş bir biçimde yakıp içindeki hepi topu iki üç fırtlık tütünü ziyan etmemek için hırsla içmeye başladı. Sigaradaki tütünden ümidi kesince izmariti yere fırlattı; “Bu sıcakta sigaradan da bir bok anlaşılmıyor ya, yine de içmek gerek. Tiryakilik ciddi bir müessese.” dedi.

Türbenin kenarına oturdu ve tellerin arkasında kalmış mezar taşlarına bakmaya başladı. Yazacağı öyküde türbeler ile ilgili betimleme yaparken faydalanmak için her bir mezar taşını dikkatle inceledi. Sonra üzerlerindeki eski yazılara uzun uzun baktı ama bir şey anlamayınca dikkati kedilere kaydı. Mezar taşlarının arasında onlarca kedi vardı. Türbenin içindeki ağaçlar sebebi ile gölge oluşu, Rıfkı’nın oturduğu yerin hemen bir metre yanındaki su kapları ve kuru mama kırıntıları kedilerin varlığının sebebini yeterince izah etmekteydi. Kedilerin bazıları tellerdeki birkaç delikten içeri girip çıkıyor, bazıları oldukları yerden manasızca sağa sola miyavlıyor ve kalan bazıları ise birbirlerinin üstüne atlayıp boğuşmak sureti ile oyun oynuyorlardı. 
Bu sırada öğle yemeğini bitirmiş ve muhtemelen hazır kahve aldıktan sonra muteber bir beyaz yakalı olmanın beş şartından birini yerine getirmenin verdiği iç rahatlığı ile mesaisinin kalanına devam edecek olan, orta yaşlılığa merdiven dayamış güzelce bir kadın, kedilerin, dolayısı ile Rıfkı’nın yanına yaklaşmakta ve bu esnada çantasından tiz bir hışırtı eşliğinde birkaç küçük buzdolabı poşeti çıkarmaktaydı.

Derken üç farklı poşetin içinden üç farklı kedi maması çıktı ve kedilerin önüne döküldü. Ortalığa çok ağır bir koku yayılmıştı, mamalar kesinlikle sabahtan beri soğuk bir yerde muhafaza edilmiş gibi durmuyorlardı hatta o kadar yağlıydılar ki, gök bilimciler tarafından bulutsuz bir yaz gecesi gözlenmekte olan takımyıldızlar kadar parlamaktaydılar. Evsiz ve her daim iştahlı olan Rıfkı bile yüzünü ekşitmişti. Kediler de bu sözüm ona gıda yardımına hiç yüz vermemişlerdi, hatta çoğu telin diğer tarafına geçmişti bile. Kadın ise suratında kedilerin bu reaksiyonuna anlam verememiş saf bir ifade, elini kedilere doğru uzatıyor ve mamaların yenilmesi için çaba sarf ediyordu.
Yaklaşık bir dakika kadar uğraştıktan sonra oflayarak ve puflayarak doğrulmuş, üstüne başına çeki düzen vermiş ve tam gitmeye hazırlanırken kedilere dönüp gerçekten bir cevap alacağına inancı sonsuzmuşçasına “Neden yemediniz güzelim mamaları ha?” diye sormuştu. Beşiktaş’ın orta yerinde karşısındaki kedilere soru soran bir kadın olduğunu gören Rıfkı ise bir anda kıpırdanmış ve oturduğu yerden kafasını kadına doğru uzatarak;

“Bu hayvanlara bu sıcakta bu kadar ağır, yağlı ve ılık kedi mamasını dayarsanız olacağı budur, ne bekliyordunuz ki?” dedi. Kadın şaşırmış, hatta daha çok korkmuş bir şekilde Rıfkı’ya bakıp yanıt vermek için tereddüt edince Rıfkı kadının cevap vermesini beklememiş ve “Gerçekten beslenmelerini istiyorsanız yarın birkaç kâse ve buz gibi süt getirip önlerine dayarsınız. Hayvanlar hem susuzluklarını giderir, hem de beslenmiş olurlar” diye eklemişti.
Kadın cevap verecektiyse de Rıfkı’nın bu son cümlesinden sonra vazgeçti ve hızlı adımlarla Akaretler yokuşunu tırmanmaya başladı. Arkasına bile bakmamıştı. Çok korkmuş ve rahatsız olmuştu. Özellikle Rıfkı’nın söylediklerindeki haklılık payı kendi kendine hırslanmasına sebep olmuştu.
Rıfkı kadının arkasından baktı ve yine kendi kendine; “dur ulan şu bilim kurgu projesinden evvel şu olayı kısa öykü haline getireyim. Hem bir nevi ısınma turu olur koskoca romana başlamadan evvel. Hah! Adını da buldum valla; Kedilere fısıldayan adam Akaretlerde!” dedi ve ağız dolusu kahkaha attıktan sonra cebindeki en büyük sigara pöçüğünü yaktı, yerinden kalktı ve Barbaros Hayrettin Paşa heykelinin gölgesinde kestirmek üzere Beşiktaş İskele’ye doğru seğirtti.



Mithat Erdoğan 30 Ekim 2013 Çarşamba / Beşiktaş Akaretler

Biterken, "Barış Manço - Eğri eğri doğru doğru" çalıyordu

19 Temmuz 2013 Cuma

Yahni

Çıkış zili çaldıktan sonra sınıftan bir arkadaşı ile kavga etmişti. Servislerin önüne yığıldığı çıkış kapısına doğru koştuğunda uzaklaşan servis araçlarının azalan egzoz seslerini duyunca eve yürüyerek gitmek durumunda kalacağını idrak etti. Bu yüzden evde fırça yiyeceğini kabullenmek ve kendini bu duruma alıştırmaya çalışmak fazla zamanını almadı. Boynunu kaşımak için elini boynuna götürürken yere düşen bir düğme sesi duydu ve eli ile yoklayınca önlüğünün yakasının düğmesinin kavga esnasında koptuğunu anlayıp bir an sinirlenir gibi oldu ama bu durum fazla uzun sürmedi. Gözünün altında da hafif bir sızı hissediyordu, kan var mı diye parmağının ucu ile yanağını aşağıdan yukarıya doğru yokladı ve kana rastlamayınca bir nebze rahatladı.
Okul kapısının yanındaki Atlas Kırtasiye’nin vitrinine doğru hipnoz olmuş gibi ilerleyerek camdaki Ninja Kaplumbağalar ve GI Joe oyuncaklarına bilmem kaçıncı kez baktı. Omuzunun sağ tarafından nerdeyse düşecek olan çantasını zıplayarak düzeltti ve Ninja Kaplumbağalar çizgi filminin İngilizce şarkısını tamamını götünden uyduran dokuz yaşında ilkokul üç öğrencisi bir erkek çocuğuna yakışacak şekilde söyleyerek eve doğru yürümeye koyuldu.
Birinci dönemin ortalarının henüz geçildiği, kışın başlamak üzere olduğunun iyiden iyiye habercisi olan güzün son günlerinin tatlı soğuk havası eşliğinde ve birazdan yağacak yağmurdan habersiz, yola Arı Sineması’nın oradan mı yoksa Pandora Sokağı’ndan mı devam etsem diye düşünerek seğirtirken, önlüğünün yakasını kopartan ve gözünün altında bir çizik oluşmasına sebebiyet veren rakibinin dudağını patlattığını ve süveterini gecelik kıvamına gelecek uzunluğa kavuşturana değin çektiğini hatırladı ve kendi kendine gülümsedi.
Yağmur yağabileceği olasılığı havanın iyice kararması ile birlikte fark edilmemesi mümkün olmayacak derecede aşikar hale gelmişti, bu yüzden daha az dolambaçlı ve dolayısıyla daha kısa olan Arı Sineması rotasını tercih etti ve Seyhan belediyesi Sanat Galeri’sine gelmeden sola, tercih ettiği rotaya saptı. Köşedeki seyyar kartpostal ve çıkartma satıcısı yağması muhtemel yağmur sebebi ile ürünlerini toparlamak ile meşgul iken kafasını sola doğru eğmek sureti ile doğru açıyı yakalayarak yeni Arnold Schwarzenegger çıkartması gelip gelmediğini biraz da laf olsun diye yaparcasına kontrol etti.
Arı Sineması’nın önünden karşıya geçerek Sun Sineması sokağına sapar sapmaz beklenen yağmur büyük damlalar şeklinde yağmaya başlamıştı. Durup, son dersten evvel çantasına teptiği kapüşonlu montunu bütün beceriksizliğine rağmen çantasından çıkarmayı başardı ve sonunda bir şekilde üzerine giyip, çantasını da sırtına değil de önüne denk gelecek şekilde ters bir şekilde taktı. Söz konusu mont lacivert renkte idi ve arkasında Wody Woodpecker’in sırıttığı ve baş parmağını kaldırmak sureti ile “her şey yolunda” işareti yaptığı bir resmi mevcut idi. Montunun arkasındaki o figüre bakınca Woody Woodpecker’i her gördüğünde nedense aklına Bugs Bunny'nin de geldiğini düşündü. Ama bu ikiliden hangisini daha antipatik bulduğuna bir türlü karar veremiyordu. Çocukluk işte…
Bir anda fena halde acıkmıştı, burnu etraftan yayılan yemek kokularına azami bir hassasiyet ile tepki veriyordu. Bu arada yağmur şiddetini iyiden iyiye artırmıştı. Bir an evvel eve varmak adına dispanseri geçer geçmez koşmaya başlamanın iyi bir fikir olacağına kanaat getirdi ama dispanser’den elli metre sonra Çifte Minare Camii’nin köşesindeki kavşaktaki trafik ışıklarına takılması ve koşusuna ara vermek mecburiyetinde kalacağı nerdeyse kesin olduğundan, kavşaktan karşıya geçer geçmez mahallenin girişinde koşmaya başlamanın daha makul olacağına karar verdi.
Bu arada Bugs Bunny’yi Woody Woodpecker’dan daha sevimsiz bulduğuna karar vermişti. Ancak Bugs Bunny’yi ne kadar uyuz ve ukala  bulsa da Bugs Bunny’ye yapılmasına tahammül edemediği bir şey vardı. En sevdiği yiyecek havuç olan bir havyanı pişirip yemek haline getirirken o yemeğin içine pişirdiği hayvanın en sevdiği yiyeceği doğramak…  Bugs Bunny’yi yemeye çalışan avcı Elmer Fudd bir bölümde tavşan yahnisinin içine havuç doğramaktan bahsediyordu. Bunu çok sapıkça bulmuştu ama bir yandan bu durumun gerçekten sapıkça olup olmadığından tam anlamıyla da emin olamıyordu.
Bu düşüncelere dalmış iken bir anda eve vardığını fark etti. Penceredeki annesine el salladı ve sırılsıklam bir şekilde eve girmek üzere normal bir basamağın iki katı yüksekliğindeki basamakları hızla çıkarak demir kapıyı itekledi ve annesine daha merhaba bile demeden;
“Anne! Tavşan yahnisine havuç doğranır mı ya? Sonuçta hayvanın en sevdiği yiyecek havuç değil mi!?” dedi.
Servisi kaçırıp eve yürüyerek gelmek zorunda kaldığını, kavga ettiğini, yakası kopmuş, kir içindeki önlüğünü, sağ gözünün altındaki çizik ve kızarıklıkları ve yağan yağmur sebebi ile sırılsıklam bir halde olduğunu çoktan unutmuştu bile…


Biterken "Noah and The Whale - Five Years Time" çalıyordu...

Mithat Erdoğan
19 Temmuz 2012 Cuma
Moda-Kadıköy / İstanbul


2 Mayıs 2013 Perşembe

Hırsızlık

I
İlk kim başlatmıştı hatırlamıyorum ama kesin olarak hatırladığım bir şey var ki o yaz, yaz tatilinin ortalarından itibaren lojmandaki arkadaş grubumuz içerisindeki erkeklerin hemen hemen tamamı küçük çapta birer Arsen Lupen’e dönüşmüştü. Bunun sebebi de yine lojmanın içerisindeki kooperatiften günaşırı hırsızlık yapıyor oluşumuzdu. İçeri girip bir şeyler aşırıyor ve kapıdaki görevlilere (ki kendileri aynı anda anne-babalarımızın aynı devlet kurumunda çalışmakta oldukları iş arkadaşları da oluyorlardı) saygı ve hürmette kusur göstermeksizin iyi günler diliyor ve olay mahallinden uzaklaşıyorduk.
On iki on üç yaşlarında beş altı adet erken ergen erkekten oluşan grubumuzun motivasyonu ise Adana’nın cehennem sıcağını yaşamakta olduğumuz uzun yaz günlerinde can sıkıntısından ne yapacağımızı şaşırmış oluşumuzdu. Çükümüzle oynamaya da yeni yeni başlamış olduğumuz ve henüz mastürbasyon konusunda pek yaratıcı sayılmadığımız da göz önünde bulundurulunca gün içinde sıkılmadan vakit geçirmek için çükümüzden fazlasına ihtiyaç duyduğumuzu itiraf etmem gerekir. Yukarıdaki açıklamalar ışığında, o yaştaki bir erkek çocuğunun içinde biriken enerjinin bünyelerimizde saçma sapan tepkimelere sebebiyet verip zerre mantıklı olmayan fikirleri sırf eğlenceli diye makul olarak nitelendirmemize yol açtığını belirtmeliyim.
Hırsızlıklarımızda en çok rağbet gören iki ürün; Kinder sürpriz yumurta ve Johnson Baby kolonya idi. Johnson Baby kolonya yazın o sıcakta muazzam ferahlatıcı bir etkiye sahip olduğu için kabı ile değil de yakalanmamak adına gayet profesyonelce konuldukları rafların arka sıralarından başlamak üzere üstümüze eser miktarda boca edilmek sureti ile avuç avuç çalınmakta idi. Kinder sürpriz yumurta ise o zamanlar piyasaya nispeten yeni çıkmış olduğundan küçük hırsızlıklarımız esnasında çokça rağbet görmekte idi.
Ancak ben daha çok Kinder sürpriz yumurtayı tercih etmekteydim. Bunun sebebi ise yaz tatili öncesine, okul dönemine uzanmakta idi. Bahsettiğim yaz tatili ortaokul dönemlerime denk gelmekte idi. Okuduğum Anadolu Lisesi’ndeki kantinde o yaz tatilinden önceki sene Kinder sürpriz yumurta satılmaya başlamıştı ve hatırı sayılır derecede bir popülariteye sahipti. Annesi çalışmayan bir devlet memuru çocuğu olduğumdan ve ilgili ürünümüzde talebin elastikiyeti de bir hayli fazla olduğundan, istediğim tüketim aşamasından çok çok uzaklarda bir seviyede idim. Arkadaşlarımın nispeten daha varsıl olan ailelerinden kaynaklı tüketim çılgınlığı yapabilme serbestliklerine lojmanın okulun tam karşısında olmasına istinaden evde yediğim yemeklerden sonra annemin yaptığı tel kadayıflar, sütlaçlar, revaniler ve pudingleri istediğim kadar tüketebilme serbestliğimle karşılık vermek durumundaydım. Onlar sürekli değişen büyük şehirleri temsil ederken ben Seferihisar misali bir Cittaslow (Yavaş Şehir) idim. Şu an bakınca benim sahip olduğum şeyin çok daha kıymetli olduğunu idrak edebiliyorum ama o zamanlar edemiyordum. Dedim ya on iki, on üç yaşlarındaydım.
Yaptığımız hırsızlıkların en çok keyif aldığım kısmı ise yavaşça ve sessizce kooperatiften çıkıp basamakları indikten sonrakooperatife giden ve "Eski Yol" olarak adlandırdığımız yolun Lojmandaki Sera’nın toprak yollu girişi ile kesiştiği yere kadar sakin sakin yürüdükten sonra bağırarak ettiğimiz saçma sapan küfürler eşliğinde tahta masaya nefesimiz kesilecek kadar hızlıca koşuyor ve tahta masaya oturup dakikalarca mal bulmuş mağribi gibi sevinerek kahkahalar atıyor oluşumuzdu.
Bu heyecanı lojman dışına taşımayı birkaç kez ciddi ciddi düşünsek de daha sonra prensip sahibi sorumlu insanlarmışçasına bundan vazgeçmiştik. Söz konusu hırsızlık bile olsa özel sektörle muhatap olmaktansa kamu kuruluşlarını tercih etmekteydim. Devletçi anlayışımın temelleri ta o yıllara dayanmaktadır. Lojman dışında yakalanırsak olayın gerçek dünyada cereyan edeceğinin farkında olmanın verdiği göt korkusu ile bir alakası yoktu yani bu davranışımızın.
Bütün bir yazı böyle geçirdikten sonra tatilin sonlarına doğru tatilin sonları olmasının verdiği keyifsizlikle okulların açılacak olması nedeniyle herkesin yazlıklarından geri dönüp lojman nüfusunu eski yoğunluğuna kavuşturması da birleşince biz de jübilemizi yapmak zorunda kalmıştık. Oldum olası bir şeylerin sona ermesi canımı çok sıkan bir durum olduğundan bu durumu da bir türlü kabullenmek istememiştim ama direnmek manasızdı.  
 II
Okullar açılalı bir, bir buçuk ay olmuştu. Havaların serinlemesini müteakiben lojmandaki yollar ağaçlardan dökülen sararmış yapraklar ile doluydu. En kuru yaprakları tespit edip üzerlerine basarak koşmak bile ilk yazılıların başlayacak olması gerçeği ile yüz yüze kalınca neşemi yerine getiremez olmuştu. Nostalji duygusundan bihaber olmama rağmen yazın yaptığımız hırsızlıklardan sonraki o coşkun neşe ve adrenaline karşı fevkalade bir nostaljiye sahiptim. Tekrar aynı şeyi yaparsam can sıkıntımın yok olacağını ve yaz tatilinde hissettiğim gibi daha iyi hissedeceğimi düşünüyordum.
Nitekim bir hafta sonra, bok gibi geçen Fen Bilgisi sınavını takip eden öğle tatilinde eve yemek yemeye giderken kendimi birden kooperatifte buldum. Kooperatifin koridorlarında mal mal gezindikten sonra raflarda ne Kinder Sürpriz yumurta ne de Johnson Baby kolonya kalmadığını fark ettim. Bu aslında benim yapacağım hırsızlıktan vazgeçmem için bir işaretti, ama vazgeçmedim. Hiç sevmediğim ve hiçbir zaman da sevemeyeceğim kırmızı ve kare şeklinde ambalajlı Ülker Çikolata’dan bir adet alıp hardal sarısı yağmurluğumun bir kese kağıdı kadar geniş ve derin olan iç cebine attım ve kooperatiften hızlıca çıktım. Tam eski yolun Lojmandaki Sera’nın toprak yollu girişi ile kesiştiği malum yere gelmiş, eve kadar tek başıma ve bağıramayacak olsam da depar atarak koşmaya karar vermiştim ki arkamdan “Canım bir bakar mısın?!” diye bağıran Sezgin abi’nin sesini duydum ve kendi kendime “Şimdi yarrağı yedin!” dedim. Akabinde ise kendimden hiç beklemediğim bir soğukkanlılıkla Sezgin abi’nin görüş açısından çıkmak için yolun sağ tarafına iyice yaklaşıp montumun cebimden çıkardığım çikolatayı deniz kenarında mutlu ve huzurlu bir şekilde eğlenmekte olan bir çocuğun frizbi atacağı şekilde hızlıca Gökerlerin oturduğu tek katlı evin bahçesindeki tel örgülere doğru -atmadım- resmen fırlattım.
Suratım bir zombi solgunluğunda olduğu halde sakin görünmeye çalışarak ve hayvan gibi çatallanan sesimle “N’oldu Sezgin abi?” dedim.
-İçerden bişeyler alıp bize söylememiş olma ihtimalin var mı canım?
-Yok abi ne alaka?
- Peki neden sana bağırdıktan sonra yolun sağ tarafına yaklaşıp çalılara doğru birşey fırlattın?
-Fırlatmadım ki!
- Fırlatmadın?
- Evet fırlatmadım.
- Peki öyle olsun.
Eve doğru yürürken değil depar atmak, ayakta duracak gücü zor bulmuştum kendimde, Soğuk soğuk terliyordum ve kooperatif binasının hemen önündeki merdivenlerin başında durmaya devam eden, ellerini cebine koymuş, yürüyüşümü izleyen Sezgin abi’nin bakışlarını adeta boynuma ve enseme temas ediyormuşçasına rahatsız edici bir şekilde hissediyordum. Eve girdim ve yalandan birkaç kaşık yemek ancak yiyebildim. Annem malını bildiği için muhtelif defa “Oğlum neyin var, hiç sesin çıkmıyor, bir şeye mi canın sıkıldı? Yazılın mı kötü geçti?” dese de annemi her seferinde tüm ergenliğimle ve kendimi ele vermemek için gayret göstererek “Yok anne ya! Bişeyim yok, iyiyim ben!” diyerek yanıtlamış ve hiçbir şey demeden okula geri dönmüştüm. Dönerken tabi ki de kooperatifin önünden geçen eski yolu değil, yeni yolu tercih etmiştim. Daha uzunca bir süre eski yolu pek kullanmamaya gayret edecektim.

 III
Yıllar sonra işe giderken vapurda rastladığım ve Dostoyevski okuyan arkadaşım bana; “Senin en sevdiğin Dostoyevski kitabı hangisi?” diye sorduğunda hiç düşünmeden “Suç ve Ceza tabii ki!” demiştim.
Arkadaşım; “Kitap güzel de ben Raskolnikov ile pek empati kuramadım” dediğinde ise bir an durmuş ve gülümsedikten sonra “Ben az da olsa empati kurabiliyorum galiba” diye yanıtlamıştım. Sonra kafamın içinde “Canım bir bakar mısın?!” diye arkamdan bağıran Sezgin abi’nin sesini duymuş ve akşam eve geldiğimde bunları yazmaya başlamış idim.

Mithat ERDOĞAN
2 Mayıs 2013 Perşembe - Moda/Kadıköy

Biterken ; "Husky Rescue - Fast Lane" çalıyordu

6 Ocak 2013 Pazar

SPAGETTİ

SPAGETTİ

Sonunu zerre merak etmediğim
bir filme dönüştük.
İyi-kötü-çirkin,
bütün rolleri bölüştük.

Mithat Erdoğan

2 Eylül 2009 / Bolu İl Merkez Jandarma Komutanlığı F Tipi Cezaevi Karakolu Yatakhanesi.

Hayatımn bir hayli sikik bir döneminde ve yirmibeşinci yaşgünümden bir gün evvel yazdığım bu şiire askerdeyken aldığım not defterini bulunca ulaştım. Hayatımın o sikik dönemini iki cümlede özetleyebilmiş olduğumu farkettim tekrar okuyunca.

Biterken ; The Black Keys - Little Black Submarines çalmakta idi...