3 Aralık 2020 Perşembe

Ördekler

 

"İşin gülünç yanı; bir yandan böyle palavra sıkarken, bir yandan da başka bir şey düşünüyordum. Ben New York'luyumdur. Central Park'taki gölü düşünüyordum, şu Güney Central Park'taki yapay gölü. Göl donup buz tuttuğunda, ördeklerin nereye gittiğini merak ediyordum. Acaba, biri kamyonla gelip onları hayvanat bahçesi gibi bir yerlere mi götürüyordu, yoksa kendileri mi uçup gidiyorlardı?"*

 

-Bunlar yabani mi şimdi he?

- Heee?! Yabani mi bilmem emme, şordakilerden bunlar da. Nassı ÜREMİŞLER ha!.

- Nerdekilerden?

- Ya Behçet başgan getirttiydi bunlardan devlet hastanesinin berisine. Ada mı neyin yaptırdı ya, sonra bunlardan getirtti koydurdu adaya. Onlar işte ÜREYE ÜREYE böyle çoğaldılar.

- Haaa

- He valla, sahil boyunca tüm ganallar gaynıyor bunlardan.

Bu konuşmaya kulak misafiri olduğumda arabayı kaldırımın kenarına park edip arabadan inmiştim. Fotoğraf makinesini boynuma takmadan evvel pozometresine bakarak ayarlarını yapıyor ve yüzüme maske takmamanın tadını birkaç saniye daha çıkarıyordum. Kafamı kaldırıp konuşanlara baktığımda; kasketli, kumaş pantolonlu, yün gömlek ve yün süveterli ve kıyafetleri ile renk uyumu gözetmeksizin giydikleri ayakkabıları ile altmışlarının sonunda ya da yetmişlerinin başında iki yaşlı adam gördüm.

Ördeklerden bahsediyorlardı. Bir yandan da ördeklere ekmek atıyorlar ve salgın hakkında ipe sapa gelmez fikirlerini müthiş bir özgüven ile zırvalıyorlardı. Daha yaşlı olan hastalığın yayılmasını önlemek için pekmezin yeterli olacağını ateşli bir şekilde savunuyordu. Diğeri ise pekmeze alternatif olarak keçi yoğurdunu öne sürüyordu. Birbirlerine asla itiraz etmiyorlardı. Sinirim bozulmuştu. Aslında çoğu şeyi sorgulamayan ve çoğu şeye itiraz etmeyen tipler oldukları belli idi. Toplumun geneli tarafından kabul görmüş şeylerden bahsediyorum tabi ki. Pekmez sempatizanı uzun boyluya niyeyse ayrıca kıl olmuştum. Üreme kelimesini üzerine basa basa, sesini yükselte yükselte söylemesi ve ağzını şaklatması asabımı bozmuş ve sapık izlenimi bırakmıştı üzerimde.

İnsanlara yaşlarına hürmeten saygı göstermeyi ergenliğimden beri aşırı aptalca bulmuşumdur. Aptalca şeyler söyleyen biri aptalca şeyler söyleyen biridir. Söylediği aptalca şeyden sonra ona verilecek tepkinin yaşına göre belirlenmesini ikiyüzlülük olarak değerlendirmişimdir hep. Şu iki adamı ele alalım mesela; ikisi de süzme geri zekâlılar. Ördekler ile ilgili sohbetleri nasıl bitti söyleyeyim mi? Keçi yoğurdu sempatizanı olanı;

-Bu namussuzların eti de çok lezzetli oluyor ha, yağlı ve sulu. Yanında pilav ve ayranla mis gibi gidiyor. (Tabi ki keçi sütünden yapılan yoğurttan yapılmış ayran olması gerektiğini ayrıca belirtti. Keçi fetişi var herifçioğlunun resmen.)

Dedi.

Öteki de;

- Kaz eti yedim emme, bunlardan yemedim hiç. Kazın tadı da tavuğa benziyor, pek bir numarası yok”

Diye ekledi.

Yaşlılık ve bilgelik arasında kesinlikle her zaman bir ilişki yok. Hatta bence asla bir ilişki yok. Bilge birisi her yaşında bilgedir. Şu iki tipi ele alalım; gençliklerinde nasıl insanlar olduklarını tahmin etmek çok zor olmasa gerek ha? Şu ikisine sırf yaşlarına istinaden göstereceğim hürmeti pantolonumu ve donumu indirir, domalıp aynaya çevirdiğim kıllı götüme gösteririm daha iyi be.

Fotoğraf makinesinin ayarlarını yaptıktan sonra o iki yaşlı adamın yanına gidip;

“Hey, bakar mısınız?” Güney Central park’ın hemen yanındaki o gölde bulunan ördekleri biliyor musunuz? O küçük göldeki hani. Acaba göl donduğunda o ördekler nereye gidiyorlar, biliyor musunuz? Haberiniz var mı acaba?” **

Dedim.

Bir bok anlamadan yüzüme baktılar öyle.

Gülümseyerek;

- Geri zekâlılar!

Dedim. 

Verecekleri tepkiyi beklemeden arkamı dönüp yürümeye başladım. Yanlarından uzaklaşırken bana ettikleri lafları duydukça keyfim yerine gelmeye başlamıştı. Suratımda kocaman bir gülümseme ile derin bir nefes alıp yoluma devam ettim.

''Zaten bütün geri zekalılar kendilerine geri zekalı denmesinden nefret ederler.'' ***

 

 

*, ** ve ***  à Çavdar Tarlasında Çocuklar – J.D. Salinger


Mithat Erdoğan - Aralık 2020 Kayaköy / Fethiye


Fotoğraf: Mithat Erdoğan

13 Kasım 2020 Cuma

Bir Asansör Meselesi

Yukarı çıkmak için bekledikleri asansörün hem aşağı hem de yukarı kat çağrı tuşuna basan insanların arasındayım. Asansör kuyruğundayım. Kalabalık bir plazada çalışmanın en boktan kısımlarından birisi… Bir diğeri de şirket etkinlikleridir. Ne diyordum? Ha! Asansör kuyruğu! İyi üniversitelerin iyi bölümlerinden mezun olmuş yüzlerce insan şark kurnazı gibi odalarına çıkmak için binecekleri asansör aşağı katlara doğru inerken dahi asansöre biniyorlar. Lobide asansör beklerken eksi birinci ya da eksi ikinci kata inen bir asansöre binmenin sebebi daha fazla beklemeden masalarının başına dönmek istemeleri. Bu arada eksi birinci, eksi ikinci diye kat olur mu emin değilim? Sayı doğrusu değil ki bu! En alt kat ilk kattır. Lobiyi orijin olarak almak bana asla mantıklı gelmemiştir.

Doğası gereği etiğin çok mühim olduğu bir meslek icra edilen bir iş yerinde çalışan insanların mesai arkadaşlarına karşı etik kaygısı gütmeden davranabilmelerindeki ironi benden başka kimsenin sikinde değil. Daha geçen hafta şirket “Değerlerimiz” temalı bir gün belirlendiğini açıkladı ve aynı lobide arkamda şirketimizin “Değerlerini” simit kanepe, türlü tatlı unlu mamuller yiyerek ve plastik bardakta sınırsız çay-kahve içerek kutladık halbuki. Değerlerimizin ilk sırasında da “etik davran” vardı iyi ki… “fark yarat, önemse, birlikte çalış ve mümkün olanı yeniden hayal et” şeklinde diğer değerler “etik davran” değerini takip etmekteydi.

Bu asansör meselesinin en güzel tarafı ise lobiden aşağıya inen asansöre binen insanların asansörün kapısı eksi birinci ve eksi ikinci katta açıldığında dakikalardır orada asansör bekleyen ve bir umut kapısı açılan asansöre bineceklerini düşünen mesai arkadaşları ile göz göze geldikleri andır. Kimisi çok soğukkanlı bir biçimde ve anormal bir durum yokmuş gibi mesai arkadaşlarının arkasındaki duvara bakışlarını kitler, kimisi yüzüne sevecen bir gülümseme takınıp “evet yaptığımın yanlış olduğunu biliyorum ama bakın ne kadar sevimliyim ve kıdem olarak sizin üstünüzüm, dalağınızı sikerim, sakın yargılar bakışlar yöneltmeyin” kozunu oynar. 

Asansörün dışında bekleyenler de çeşit çeşittir tabi. Asansörün içine hızlıca göz atıp "ters bir tepki verirsem göt altına gider miyim lan?" hesabı yapan samimiyetsizler, asansördekilerle göz teması kurmadan serzenişte bulunarak kendi cesaretine hayran olarak özgüven tazeleyenler… Ha bir de asansör ne kadar dolu olursa olsun kendileri için yer olduğunda ısrar eden, genelde kırk yaşının üzerindeki balık etli yönetici asistanları ya da kıdemli yöneticiler vardır.(Önemli not; her iki cinsiyetten de insan mensuptur bu örnekte, cinsiyetçilik suçlaması ile uğraşmak istemediğim için ayrıca belirtiyorum)

Asansör bekleyenlerin yanından bazen de çok üst düzey yöneticiler, şirket ortakları filan geçer. Asansör bekleyenlere bakarak babacan olduğunu sandıkları soğuk ve bayat bir pilav üstü tavuk kadar tatsız tavırları ile “Yahu hepiniz genceciksiniz, asansör bekleyeceğinize merdivenleri kullansanıza hem spor olur, sağlığınız için de faydalı” gibi dalyarak dalyarak laflar ederler. Malum gençlerin içerisinden kimse “Be iletişimine sıçtığım, hayatın gerçeklerinden kopuk lavuk, biz senin gibi şoförümüzün kullandığı araba ile kuzey ormanları tarafındaki evimizden gazete okuya okuya gelmiyoruz işe, toplu taşımada aktarma yapa yapa seyahat ederek ofise varıyoruz, iflahımız sikiliyor, on küsür kat merdiven çıkacak halimiz mi kalıyor?!” demez, diyemez, götü yemez zira. Bunun için de kimseyi suçlayamam.

Neticede eninde sonunda bir asansöre binilir, hafta sonu etkinliklerini ballandıran, çocuğunun jimnastik/piyano/yüzme (artık hangi kursa gidiyorsa o çocuk) kursunda ne kadar eğlendiğini ve kurs konusu faaliyete ne kadar yatkın olduğunu nefessiz bir biçimde ağzından tükürükler saçarak dile getiren ya da eskiden vizesiz gidilen ama artık vize isteyen ve herkes gittiği için çok bozan (o ne demekse) Dubrovnik’in haline üzülen mesai arkadaşlarıma üç beş dakika daha maruz kalıp katıma ulaşır ve masama varırım. Artık mesai bitimine kadar rahatım, bu öğlen de başardım.


Mithat Erdoğan

1 Ağustos 2020 Cumartesi

Ağustos'un İlk Saatleri

Cortazar okumanın üzerimde garip bir etkisi oluyor. Sade ve duru bir uslupla karmaşık meseleleri ele almasına bayılıyorum. Yazmayı çok basit bir şeymiş gibi göstermesi ise sinirimi bozuyor. Dürüst olmak gerekirse hasetle karışık bir hayranlık ve sevgi besliyorum eserlerine.

Gece serinlemeye başladıktan sonra kitabın son öyküsünü ertesi güne bırakmaya karar veriyorum. Üzüm hemen arkamda usulca horlayarak uyuyor. Bıdış ise açık pencerenin kenarındaki masaya yatmış ve birini bekliyormuş gibi meraklı gözlerle hemen yan bahçedeki kamp alanına dalgın ama kararlı bakışlar atarken birden esniyor ve patisini yalayıp kafasına sürüyor.

Bilgisayarı kucağıma alıp Football Manager 2020 isimli oyuna kaldığım yerden devam ediyorum. Üç yıllık Ajax kariyerimi sonlandırıp Liverpool 'un başına yeni geçmişim. Takımın kadrosunu sil baştan yapılandırmaya niyetliyim. Yirmi beş yaş üstü tüm oyuncuları satış listesine koyup genç oyuncu piyasasına yöneliyorum. Otuz altı yaşında genç bir teknik direktör profiline uygun davranmaya özen gösteriyorum.

Satış listesine koyduğum oyuncuların bazıları "Bana hiç şans vermeden beni nasıl satış listesine koyarsın?" şeklinde itirazlara başlıyorlar. Haklılar ama olay haklı haksız meselesi değil ki. Olay prensip meselesi... Hoşlandığınız birisi sizden hoşlanmadığında "Bana hiç şans vermeden beni nasıl reddedersin?" demekle eş değer bence. İnsanlar size şans vermezler, siz de insanlara şans vermezsiniz, bunda dramatize edecek bir şey çoğu zaman yok.

Şarkıların remixlerini yapanlara da keşke hiç şans verilmeseymiş zamanında!! Bir türlü sevemedim remix işini. Mantığını da anlayamadım, insanlar tarafından rağbet görmesini de anlayamadım. Bir şarkının orijinalini yemek masasında uyumlu bir şekilde sohbet eden bir arkadaş grubunun ortamına benzetirsek aynı şarkının remixi yemek masasında kimsenin birbirini dinlemeden aklına geleni söylediği ve kaosun hakim oldugu bir ortama benziyor bence.

Gece ilerledikçe hava da giderek serinleşti. Artık yatsam mı diye düşünürken bizim sokağın ilerisine taşınan unlu mamüller fırınından yayılan ekmek kokusu üşüyen yerlerimi örten bir battaniye misali havayı kaplıyor. O kadar güzel bir koku ki, kalkıp havadaki kokuya dişlerimi geçiresim geliyor.

Saat üç buçuk olmuş. Yuh! Horozlar da ötmeye başladı. Bıdış'ın baktığı pencerenin oradan bir çıtırtı sesi geliyor. TV sehpasının üzerindeki kafa lambasını elime alıp açıyor ve sese doğru tutuyorum. Yetişkin bir kirpi gözlerini kısarak ışığa bakıyor. Bıdış bir anda yatar pozisyondan dik bir oturuş pozisyonuna geçip kulaklarını dikerek kirpiye şaşkın gözlerle bakıyor. Kafa lambasını kapatıp Bıdış'ı kucağıma alıyorum. "Kirpi' nin zarafeti oğlum, kirpi'nin zarafeti" diyor ve huysuz miyavlamasını kesmesi için Bıdış 'ı yere bırakıyorum. Pencereyi kapatıyor ve yatak odasına doğru yürüyorum. Kapanmadan evvel güncelleme yapan bilgisayarın ekran ışığından başka bir ışık yok şu an evde.

Cortazar' ın ;

"Her şey hem gerçek, hem yumuşak, hem de parmak basamadığı bir tatsızlıktaydı; sıkıcı bir film seyrederken, ey ne yapalım, sokakta olmak daha da beter diye düşünüp sinemada kalmak gibi bir şey."

cümlesi üzerinde düşünürken uyumaya çalışıyorum.

Mithat Erdoğan 

1 Ağustos 2020'nin ilk saatleri
Kayaköy - Fethiye


Fotoğraf : Mithat Erdoğan



3 Temmuz 2020 Cuma

Aslında ne demek istemişti? (I)

Yıllardır sözlerini ilgi ile dinlediğim bazı şarkılar ve türküler var.

 

Ben de en sonunda bu şarkılar & türküler ile ilgili düşüncelerimi yazıya dökmeye karar verdim.

 

İlk sırada “Misket -Farfara isimli türkü var;

 

Türkünün ilgileneceğim kısmını şuraya bir ekleyeyim önce.

Mısra mısra üzerinden geçmeye başlayacağım akabinde.

 

Oy farfara farfara
Ateş de düştü şalvara
Ağzım dilim kurudu
Kız sana yalvara yalvara
Daracık daracık sokaklar
Kızlar misket yuvarlar
Kızlara sıra vermiyor
Kocaman kocaman karılar
Deniz tuzsuz olur mu?
Dibi kumsuz olur mu?
Ben hocaya danıştım
Yiğit yarsız kalır mı?


 a) Oy farfara farfara

     Ateş de düştü şalvara

Bu mısralarda mükemmel bir küresel ısınma farkındalığı yaratılmış. İklim değişikliği neticesinde ve kapitalizm yüzünden bozulan doğal dengenin yarattığı tahribatın bireye olan etkisi çok güzel vurgulanmış. “Şalvara düşen ateş” eğretilemesi hepimizi etkileyecek bir kıyamet senaryosunun bireysel bazda yansıtılması maksadı ile kullanılmış.

 

b) Ağzım dilim kurudu

sana yalvara yalvara

Bu kısımda ise iletişimin önemine dikkat çekilmiş. Konuşarak ve ikna ederek bir şeyler elde etmenin medeni bir tavır olduğu, şiddetin asla çözüm olmadığı, ikili ilişkilerde diyaloğun en makul ve insancıl yöntem olduğu vurgulanmış.


c)Daracık daracık sokaklar 

   kızlar misket yuvarlar

Türkünün en zengin bölümü bu iki mısra olabilir. İlk mısrada şehir bölge planlama ile kent ve insan temalarına değinilmiş. Modern yaşamda sokakların, caddelerin insan üzerindeki etkisinden bahsedilmiş. Hemen takip eden mısrada ise bu konu cinsiyet eşitliği ve kadın hakları mücadelesine çok zarif bir biçimde bağlanmış. Sokaklarda misket oynayan kızlar metaforu ile çocuk yaşta oynanan ve erkek oyunu olarak etiketlenmiş misket oyununu oynayan kızlar üzerinden muazzam bir feminizme imza atılmış.  


d)Kızlara sıra vermiyor

   Kocaman kocaman karılar

Sonrasında feminizm teması ile devam eden bu iki mısrada ise kadın hakları mücadelesinin erkek – kadın mücadelesi değil, eril tutuma karşı bir mücadele olduğu, misket oynayan “kocaman karıların” sıra vermediği “kızlardan” bahsedilmek sureti ile ifade edilmiş. Kızların karşısına çıkan ve onlara eril bir tutum sergileyenlerin erkekler değil de kadınlar olması tutucu bir feminizmin faydasızlığına bir eleştiriden başka bir şey değil de nedir?


e) Deniz tuzsuz olur mu? 

    Dibi kumsuz olur mu?

Türkü yönünü daha sonra ekolojiye çevirerek ilk iki mısradaki küresel ısınma eksenine tekrar yaklaşmayı tercih etmiş. Doğanın dengesinin bozulmasının ne kadar tehlikeli olduğunu “tuzsuz deniz” metaforu ile layıkıyla dile getirdikten sonra “dibi kumsuz olur mu?” şeklinde retorik bir soru yöneltmek sureti ile bize distopik bir gelecek betimlemiş ve herkesi çevre bilinci konusunda daha hassas olmaya davet etmiş.


f)Ben hocaya danıştım 

    yiğit yarsız kalır mı?”

Son olarak seküler bir yaşam ve laikliğin tartışılması gerektiğini de düşünmüş olacak ki, kadın erkek ilişkileri ile ilgili olarak bir din adamına danışmayı kendisine konu edinen türkü toplumun içerisinde yalnız yaşayan bireylerin bu tercihleri yüzünden eleştirilmesinin ne kadar manasız olduğunu hani neredeyse “gidin bir de din adamlarına bu konuyu sorun da üzerine tüy dikin bari!” diyerek ironik ve kinayeli bir biçimde ele almış.

 

Özetle; bu kadar farklı temaları içerisinde barındıran bu güzide türkümüzün on yıllardır kıymetinin bilinmediğini ve hak ettiği saygıyı görmediğini düşündüğümü belirtmek isterim.

 

İlerde yine bu minvalde ele alacağım başka bir şarkı & türkü incelemesi ve irdelemesinde buluşmak dileği ile...

 

Mithat Erdoğan

3 Temmuz 2020

 

Misket - Oy Farfara By Mustafa Dere


1 Mayıs 2020 Cuma

"Kindle" Simidi


-Allah çarpar! Dedi.

-Neden? Dedim.

-Saçma sapan konuşmasana!

-Daha ilk soruda yan çizdin. Halbuki nedenini açıklayacaktım ve sonra nasılına geçecektim.

-Devam et, devam et. Az kaldı, çarpılacaksın.

-Bu kadar kudretli ve uhrevi bir varlığın emirlerine aykırı davrananları Millî Eğitim Bakanlığına bağlı muallimler gibi çarpmak sureti ile cezalandıracağına inanmak… Ben Allah olsam çok zoruma giderdi bu durum.

-Lütfen susar mısın artık? Bak ne güzel tatile çıktık, deniz kenarındayız. Oh mis! Başka şeylerden bahsedelim.

-İstediğim şeyden istediğim şekilde bahsedemeyeceğim bir tatil düşlememiştim. Aslında ben tatil düşlememiştim. En azından İstanbul dışında…

-Nesi varmış İstanbul dışında tatil yapmanın?

-Çevremizdeki insanların yüzde doksan dokuzu zincirinden boşanmış köpek misali en ufak dini ya da milli bayramı fırsat bilip mesai günlerini tatil günleri ile birleştirip şehir dışına kaçıyor diye biz de aynısını yapmak zorunda mıyız? Benim hayalimdeki tatil Karamazov Kardeşleri Truffaut filmografisi ile birleştirebileceğim, asgari aksiyon ve azami huzur dolu aylak günlere gark olmak idi belki?

-E burada oku kitabını, izle filmini! Laptop diye bir şey var. Kindle da hediye etmiştim sana geçen doğum gününde.

-Ulan lap’i top’u 5 tane masa var kaldığımız pansiyonun bahçesinde. Erdek 30 Ağustos yürüyüşünde Atatürk’ün izinden gidip muasır medeniyet seviyesine ulaşmamızı sağlayacak bir ülke yönetimine ihtiyacımız var diyen kadın yürüyüşten üç saat sonra pansiyonun bahçesinde masada yemek yerken çişi gelen oğlunu tuvalete götürmek yerine masadan kalkmayıp oturduğu sandalyede 500 mililitrelik plastik şişeye işetti ya. Çocuğun tazyikli çişinin plastik şişenin dibine çarpınca çıkardığı sesi dinleyerek Rus klasikleri mi okunur ya? Az daha ayağa kalkıp haykıracaktım “Bravo evladım! Aşırı debili bir şekilde işeyebiliyorsun, hayat maceranda muvaffak olacağının bir işareti bu!” diye.

-Odada oku o zaman kitabını. Filmini de odada izle.

-Kıç kadar odada emlakçı buzdolabı ve çirkin metalik gri tüplü TV ile her tarafını örümcek ağı kaplamış bir zamanlar beyaz, şimdi ise rutubetten turkuaza dönmüş klimaya bakarak mı keyif yapacağım? Hayır zaten odamda kalacaksam evden neden çıktım ki tatil yapmak için?

-Offf! Ben yürüyüşe çıkıyorum. Daha fazla tahammül edemeyeceğim söylenmene.

-Çık tabi çık. Şu kindle’ı da bok var aldın. Ben sayfa parmaklayarak, rüzgârda dalgalanan sayfaları zapt etmeye çalışarak ve hoşuma giden kısımların altını çizip yanlarına notlar alarak okumayı seviyorum! Bu kindle denen meretin kulağını büküp hangi sayfada kaldığımı işaretleme zevkinden bile mahrum kalıyorum. Saçmalıktan başka bir şey değil!

-Çarşıdan bir şey istiyor musun? Yürüyüşten dönüşte getireyim.

-“Kindle” simidi al!

-Komik mi?

- Hayır. En susamlı ve en teknolojiğinden olsun kâfi. Komik olmasına gerek yok.



Mithat Erdoğan
3 Haziran 2019
Kayaköy - Fethiye




Fotoğraf : Mithat Erdoğan - Ağustos 2016 / Gümüşlük - Bodrum