14 Mart 2024 Perşembe

Fetişleştirme Biçimi Olarak Sembolizm

Bir şeyin başka bir şeyi simgelemesinden hoşlanmıyorum. Bir şey ne ise onu simgelesin. Kendi kendini simgelemek diye bir tabir sanırım yoktur. Sembolizmden nefret ediyor bile olabilirim. Bana biraz sinsilik gibi geliyor. Samimiyetsiz, sentetik, içten pazarlıklı vs... Metaforik anlatımlardan da zaman zaman gerçekten çok sıkılıyorum. Samimiyetle belirtmek isterim ki bu yazıdaki her kelime gerçek anlamı ile kullanılmaktadır. Yazın alanında da var çünkü bu sembolizm denen bok. Yazdığım tüm kelimeler gerçek anlamlarında kullanılmaktadır! Örtülü bir anlatım, metaforik öğeler, ad aktarmaları filan yok, baştan söyleyeyim.

Sembolleri kullanmadan konulara ifade ve anlam kazandırmak mümkün değilmiş gibi davranmaya başladı çoğu insan. Geçen gün maalesef bir yerde okumuş bulundum ve kahroldum; Stanley Kubrick’in “The Shining” filminde en önemli sembol aynalar imiş. “REDRUM” sadece aynada yansıyınca gerçek anlamına kavuşuyormuş… Ya güzel kardeşim, bunu fark etmeden izleyince de güzel bir film zaten “The Shining”! Stanley Kubrick yaptığı işe anlam yüklemek ve derinlik katmak istemiş amenna ama her seyirci her sembolizmi anlayacak diye bir şey yok ki? Seyirciye neden fazla mesai yazıyorsunuz siz kuzum allasen?


Ya da Alejandro Jodorowsky denen şarlatanın Holy Mountain filmini ele alalım. Filmin zaten izlemesi zor bir film olarak övüldüğünü görünce kendime bu eziyeti yapmam lazım deyip izlemiştim yıllar evvel. Film üzerinize saniyede otuz mermi atma hızına sahip bir makineli tüfek gibi sembolizm atıyor. Ben koltuğun arkasına saklandım bir süre sonra daha fazla sembolizm isabet etmesin üzerime diye.


Filmde; bir ordu generalinin koparılmış testis koleksiyonunu muhafaza ettiği bir ambar var, robotik bir bebek doğuran başka bir robot var, Meksika’nın fethini yeniden canlandıran ve dans eden sürüngenler var... Dışkısından altın yapan bir adam var ya filmde! Görüntüde sembolizm kusuyor, hatta sıçıyor film resmen! Ben sembolizm seviyorum diyen herkesi bu filmi izlemeye davet ediyorum. Bakalım filmin sonunu getirebilecek misiniz?

“Guilty Pleasure” denilen ve Türkçe’ye “Mahçup Zevk” olarak çevrilebilecek ifadeyi pek sevmem. En azından sinema, edebiyat ve müzik alanında kullanılmasını gereksiz bulurum bu ifadenin. Bir sinema, edebiyat veya müzik eserinden zevk alıyorsam neden mahçup olayım yahu? Neyse, ne diyecektim ben? Hah, hatırladım. Beni en çok mutlu eden, izlemekten keyif aldığım filmlerden biri 1988 yapımı “Twins” mesela… Biri fiziksel olarak mükemmele yakın kusursuzlukta ama safdil, naif ve masum, diğeri ise fiziksel olarak mükemmellikten çok uzak, çapkın ve sahtekar ikiz erkek kardeşlerin hikayesini anlatan meşhur filmden bahsediyorum. İkizlerin birini Arnold Schwarzenegger, diğerini ise Danny De Vito canlandırmakta bu 1980ler ruhu taşıyan güzel filmde…



Şimdi bana gelip; “E Mithat bu filmde de ikizlerin farklılığında dualite sembolizmi var. Her tezin antitezi ile birlikte var olduğunu ve bunun sentezi oluşturduğunu göstermekte bize sembolik olarak bu film” gibi laflar etmeyin. Kalbinizi kırarım. Benim bu filmi sevmemin sebebi bunlar değil. Renkleri güzel, hikayesi eğlenceli ve ben bunu ilkokula giden bir çocuk olarak 1990ların başında TV’de izlediğimde sembolizmmiş, düalite imiş, tez-antitez ve sentez imiş filan sikimde değildi. Çocuktum lan çocuk. Ağzım açık izlemiş ve çok eğlenmiştim. Belli bir yaşa ve bilinç düzeyine gelene kadar, sembolizme vakıf değil iken bir şeylerden zevk almak çok daha kolay imiş ya.


Nesneleri olduğu gibi anlatmak mümkün ve elzemdir bence. Baudilare , Verlane, Valery, Rimbaud , Puşkin ve diğerleri bir bok yemiş zamanında ama neyse ki edebiyatta çok yaygınlaşmamış bu sembolizm denen illet. Bizim edebiyatımızda ise en yaygın olduğu dönem zaten Servet-i Fünun dönemi ki o dönemden de bitim kadar hoşlanmam. Servet-i Fünun da “Fenlerin Zenginliği” demekmiş bu arada. Az evvel öğrendim ben de.

Tevfik Fikret’in yazdığı Sis şiirini ele alalım mesela;

Sis

Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!

 

(Günümüz Türkçesi ile)

Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok layık;
layık bu örtünüş sana, ey zulümler sahası!


Okudunuz mu? Ne anladınız lan dürüstçe söyleyin… Bireysel ve içe dönük bir tema işlenmiş diyebiliyorum o kadar. İçi şişmiş ve sıkılmış Tevfik Fikret’in ama bunu sadece günlüğüne yazsa da olurmuş valla kimse kusura bakmasın. Telefonda sıkıcı bir konuşma yaparken elinizin altındaki kağıt kalemle kağıdın üstüne anlamsız karalamalar çizmekten bir farkı yok şu tarz bir şiirin benim gözümde.

Sosyal medya, sosyal paylaşım platformları olmadığı için gelişen bir edebiyat bence bu. Tevfik Fikret şimdi yaşasa manyak gibi facebook postu, tivit ya da instagram storysi paylaşımı yapardı bu tarz cümleler ile gibi geliyor bana. İlgi çekmek gibi bir motivasyona sahip bir kişi bu kadar kasar çünkü zannımca.

Öte yandan, Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar” şiirini ele almak istiyorum Tevfik Fikret gibi edebiyatta sembolizmi benimsemiş şairlere antitez olarak. Şiirin ilk kıtasını paylaşıyorum;

“Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.”

 

Ya da yine Orhan veli’nin “Cımbızlı Şiir” eserine göz atalım;

 

“Ne atom bombası

Ne Londra Konferansı

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna;

Umurunda mı dünya!”

 


Sembolizm barındırmayan şiir ne kadar berrak ve ne kadar anlaşılır oluyor değil mi? İkisi de çok iyi edebiyatçılar olan Tevfik Fikret ve Orhan Veli Kanık’tan örnek vererek kıyas yapmak istedim adil olmak adına.

Hayat yeterince zor ve karmaşık, sembolizm denen mereti de işin içine katarak her şeyi daha zor ve karmaşık hale getirmeye gerek var mı? Ha arada sırada değişiklik olsun diye normalde yemeyeceğiniz bir yemeği yemek ya da içmeyeceğiniz bir içeceği içmek gibi değişiklik adına sembolizme yönelebilirsiniz, bunu anlarım ama sembolizmi bir  sanat eserinin, bir yapıtın ne kadar iyi olduğu konusunda bir kriter olarak ele alırsanız ben çirkinleşirim, asabileşirim ve ağzımı bozarım hatta. Lütfen bunu yapmayın. Bakın lütfen diyorum!

 

Mithat Erdoğan

Mart 2024

24 Kasım 2023 Cuma

Mülkiyetin İzlerini Silmek; Bir Retrospektif

İlkokuldayım. Öğretmenimiz sıralara ya iki kız bir erkek ya da iki erkek bir kız şeklinde üçer kişi oturtmuş tüm sınıfı. Ben iki kızın arasındayım. Bu durumdan hiç mutlu değilim. Kızların ikisinden de pek hoşlanmıyorum. Kızlardan hoşlanmasam da öğretmenin yazmamız için söylediklerini kim en hızlı yazacak şeklinde bir yarışma uydurup bu yarışmada onları yenmekten geri kalmıyorum.

Derken bir seferinde solumdaki kız benden önce bırakıyor kalemi. Yeniliyorum. İyice uyuz oluyorum kıza. Sonra kız bana; "Aa, şu kelimeyi yanlış yazmışım, silgini versene silip düzelteyim" diyor. Aradığım fırsat karşıma çıkmış. Sırıtarak, "Ne vereceğim ya silgimi, yanlış yazmışsın, birinci sen değilsin benim bu durumda, birinciliğimi kabul edeceksen vereyim silgimi" diyorum. Kabul etmiyor. "O zaman yok sana silgi milgi!" diye kestirip atıyorum. "Nasıl ya? Vermezsen öğretmene söylerim!" diye bir tehdit savuruyor kız bana. "Salağa bak ya! Lan silgi benim, ister veririm ister vermem. Kime söylersen söyle!" diye dalga geçerek yanıtlıyorum kızı.

Kız parmağını kaldırıyor. Söz alıyor ve "Öğretmenim, Mithat bana silgisini kullandırmıyor, silgimi unutmuşum dedim, banane dedi, silgisini vermedi." diyor. Öğretmenimiz "Mithat gel bakalım yanıma" diyor ve beni masasına çağırıyor. Ben masaya doğru yürürken hala pis pis sırıtıyorum. Öğretmenin beni şikayet eden kızı azarlarken yanımda durmasını istediği kanaatindeyim. Öğretmen masasına varıyorum. Öğretmenimiz bana dönüyor ve "Neden arkadaşına silgini kullandırmıyorsun, ayıp değil mi? Annen- baban seni böyle mi yetiştirdi? Ben böyle yetiştirmediklerini biliyorum!" diyor ve sağlam bir tokat atıyor sağ yanağıma. "Şimdi arkadaşından özür dile ve silgini kullanması için arkadaşına ver." diye de ekliyor.

Sıra arkadaşım olacak kız ile göz göze geliyoruz. Şimdi o gülüyor. Ben aşırı şaşkınım. Kendi kendime, içimden "Lan çok saçma ya, silgi benim. İster veririm, ister vermem. Bunun için ben neden tokat yedim ki şimdi diyorum?" Götüme baka baka sırama dönüyorum.

İlkokul öğretmenim sayesinde mülkiyetin saçma bir kavram olduğuna ve paylaşmanın önemine dair ilk dersimi almışım. Sosyalizm ile tanışmam devlet okulunda, ilkokulda dokuz yaşında iken oluyor.

Bu olayı her hatırladığımda suratıma kocaman bir gülümseme oturur ve ilkokul öğretmenimi sevgi ve hürmetle anarım. Ha bir de evet bizim zamanımızda okulda şiddet bir enstrüman olarak kullanılmakta idi. İçinizde "Ama bu çok yanlış, şiddet bir enstrüman olamaz" diyen yumuşak götlü liberaller varsa istedikleri yerde bunun yanlış olmadığı şeklindeki fikrimi kendilerine aktarmak ve konuyu kendileri ile mütalaa etmek isterim.

 

24 Kasım Öğretmenler Günü kutlu olsun!!!


Mithat Erdoğan 

24 Kasım 2023

Fethiye - Muğla

19 Kasım 2023 Pazar

Terrakotta Köpek ve Polisiye Edebiyat Dekoru Olarak İtalyan Mutfağı

 

“Andrea Camilleri’yi ya seviyorsunuzdur ya da henüz hiç okumamışsınızdır.”

Terrakotta Köpek - Komiser Montalbano Serisi 2” isimli kitap ile ilgili araştırma yaparken karşıma çıkan bu cümle çok hoşuma gitti ve anında benimsedim.

Benim Andrea Camilleri ile tanışmam 2017 sonbaharında olmuştu. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Unvansız Maktul” isimli kitabına, İstanbul’dan Fethiye’ye taşınmadan evvel, İstanbul’da son kitabevi turlarımı atarken denk gelmiş ve kitabı hemen edinmiştim. Tek solukta bitirdiğim kitabın yazarı çok ilgimi çekmişti ve küçük bir Andrea Camilleri araştırması yapmıştım. Türkçe’ye çevirilen çok fazla kitabının olmaması ve olanların da çoğunun baskısı olmaması biraz canımı sıkmıştı o dönem.

Daha sonra Netflix’e Andrea Camilleri’nin meşhur karakteri “Dedektif Montalbano’nun Rai 1 tarafından seri halinde çekilmiş maceralarının yüklendiğini öğrendiğimde (37 bölümün 31 tanesi halen Netflix Türkiye’de mevcut) çok kısa bir süre içerisinde bölümlerin tamamını seyrettim ve çok beğendim. Başroldeki Luca Zingaretti’nin de sıkı bir hayranı olduğumu belirtmek isterim.

Bu seriyi izlememi müteakiben yine güzel bir haber okudum ve Mylos Kitap tarafından Andrea Camilleri’nin Komiser Montalbano serisinin kronolojik olarak Türkçe’ye çevirilerek yayınlanacağını öğrendim. (“Ne güzel dergimizdin sen 221B!” demek istiyorum tam olarak bu noktada)

Mylos Kitap şimdiye dek sanırım sadece ilk beş kitabı Türkçe yayınladı. Beş kitabın tamamı kütüphanemde mevcut ve tamamını okudum. Bugün burada bahsedeceğim kitap ise serinin ikinci macerası “Terrakotta Köpek” olacak…

Kitabın incelemesi ve yorumu olmayacak bu arada yazımın devamı. Bambaşka bir konuyu irdeleyeceğim. Andrea Camilleri’nin 70 yaşında yazmaya başladığı bu serinin ana karakteri Dedektif Montalbano bir gurme! Bir gurme dedektif ile karşı karşıyayız! 

Dolayısıyla, bu seride İtalyan Mutfağı da esas karakterlerden birisi olarak karşımıza çıkmakta. Ben de kendimi tutamadım ve “Terrakotta Köpek” macerasında bahsi geçen yiyecekleri listeledim. İleride yapmayı planladığım Sicilya seyahatimde bu yiyeceklerin peşine düşerken de bu yazımdan faydalanmak niyetindeyim. Kendime not yazdım aslında bir nevi. Bu noktada çevirmen Semih Topçu’ya da özenli çalışması için teşekkürü bir borç bilirim.

Evet gelelim bahsi geçen yiyeceklere;

1)     Mostazzolo: Sicilya’nın Scicli kasabasına has ve içi irmik, badem, limon veya portakal kabuğu rendesi, tarçın ve diğer baharatların karışımıyla doldurulmuş bir kurabiye türü. Geleneksel olarak Noel ve Joseph Bayramı için hazırlanan mostazzolonun günümüzde bulunması zordur.

Anladığım kadarı ile mostazzolo yeme ihtimalim çok düşük ama tabi ki şansımı zorlayacağım çünkü ne olduğunu her okuduğumda ağzım sulanıyor.

2)     Passuluna: Buruşuk görünümlü, özel olarak Sicilya tuzuyla kürlenmiş siyah zeytin.

Bu bizim salamura zeytin olayına benziyor. Yarı Adanalı yarı Silifkeli bir Akdenizli olarak bu konsepte çok uzak değilim.



3)     Martorama Meyveleri: Pudra şekeri, su, badem unu, glikoz, tozşeker ve badem aroması ile meyve görünümünde hazırlanan ve pişirildikten sonra gıda boyasıyla renklendirilen İtalyan tatlısı.

Meyve görünümünde bademli bir tatlı yapmak bana çok fuzuli gelse de bunu da denk getirirsem affetmem gömerim diye düşünüyorum.


4)     Tabisca: Arapça kökenli antik bir kelime olan “Tabisca” Sicilya’da Sciacca isimli bir bölgede yapılan, zeytinyağı ve tuz eklenmiş doğal mayalı hamur ile yapılan bir tür pizza için kullanılmaktadır.

Tabisca; focaccia ve ekmek hibriti olan, karakteristik oval şekle sahip ve eski zamanlarda Sciacca köylülerinin hazırladığı; üzerine domates, soğan, kapari, peynir ve zeytin gibi en tipik ve en basit Akdeniz malzemelerinin eklendiği bir tür pizzadır.

Bu listede beni en çok heyecanlandıran yiyecek tabisca oldu. İtalyan pizzasının bizim pide konseptine yakın bir hali özetle. En kısa sürede muhakkak denemek istediğim bir yiyecek!


5)     Parmigiana Di Melanzane: Kızartılmış ince patlıcan dilimlerinin peynir ve domates sosuyla kaplanarak fırında pişirilmesiyle hazırlanan klasik Güney İtalya yemeği.

Patlıcan severim. Peynir severim. Domates sosu severim. Bu üçünün İtalyan usulü buluşmasına neden hayır diyeyim sorarım size?!


6)     Caciocavallo: İtalyanca at peyniri anlamına gelmekte fakat koyun sütünden yapılmaktadır, adını ise çoban ve çiftçilerin atıştırmalık olarak eyerlerine asmalarından almaktadır.

Benim üzerime kürekle peynir atsanız şikayet etmem ve ekmeksiz, ufak ufak lokmalar ve ısırıklarla yerim. At peyniri imiş eşek peyniri imiş umurumda olmaz. Bana caciovallo ile gelin ya valla bak…



7)     Petrafennula: Özellikle Noel döneminde tüketilen, tüm İtalya’da yaygın, geleneksel bir Sicilya tatlısı.

Bu tatlı Sicilya mutfağındaki Arap esintilerinden birisi. Araplardan görüp yaptıkları bir tatlı imiş. İtalyanların Noel dönemi bizim şeker bayramları gibi geçiyor sanırım. Adı bile kulağa çok hoş geliyor zaten bu tatlının. Tatlının tipine bakınca da aklıma bizim oraların meşhur tatlısı cezerye geldi zaten anında.


8)     Alici All’agretto: Hamsi, domates, limon, fesleğen, sarımsak, kekik ve zeytinyağı ile fırında hazırlanan Sicilya yöresine özgü bir çeşit yemek.

Bizim için Karadeniz mutfağının demirbaşı olan Hamsinin Akdeniz mutfağı ile dans ettiği bu yemeği çok fazla merak etmekteyim. 



9)     Domates Soslu Attuppateddri:  Attuppateddri, kış uykusuna yattıklarında beyaz bir tabaka halinde katılaşan ve kabuğun girişini kapatmaya yarayan  bir sıvı salgılayan küçük, açık kahverengi salyangozlardır.

      Paris’e gittiğimde salyangoz yemeye teşebbüs etmiş fakat muvaffak olamamıştım. Bunu yiyebilir miyim benim için de büyük bir muamma şu an için…

10)  Pane Con Meusa: Çoğunlukla sokak satıcıları tarafından satılan, Palermo’ya özgü, haşlanıp domuz yağında kızartılmış, ardından doğranmış dana akciğğeri ve dalakla doldurulmuş yumuşak bir ekmek.

İçinde sakatat olan ve domuz yağında kızartılan bir hamur işi! Yazarken salyalarım klavyeye damladı! Ne kadar sağlıksız olduğu zerre umrumda değil. Tipik bir öğrenci ve alt & orta gelirli gıdası bu! Bu yiyeceği yemek için doğmuşum ben diyebilirim. Listedeki bir diğer favorim de pane con meusa oldu.



Mithat Erdoğan

19 Kasım 2023 

Fethiye - Karagözler

26 Eylül 2023 Salı

İçinde Bulunduğum Durum*


Hayatında ilk kez

aşık olmuştun.


Sürekli kabız,

ekseriyetle kurnaz

ve neredeyse cılız

o malum hatun

eşyalarını kendisi

taşımak istemediğinde

Harem otogarına

koşmakla kalmıyor

depar atıyordun.


Tekerlekli bavulu

kaldırımlarda sürüklerken

ve kolileri taşırken

canın çok yansa da

asla ama asla

şikayet etmiyordun.


Aslında sadece

farkında değildin.


Sen aşk acısını

su toplamış parmaklarınla

ve kesilmiş avuç içlerinle

tecrübe ediyordun.

 

Mithat Erdoğan

26 Eylül 2023

Fethiye / Muğla

 

*Belle and Sebastian “The State That I am in”

10 Haziran 2023 Cumartesi

Tanrı Kent - Başrolde bir SLR *

 

“Bir fotoğraf hayatımı değiştirebilirdi. Ama Tanrıkent'te kaçarsanız ölürsünüz. Kalırsanız yine ölürsünüz. Çocukluğumdan beri bu hep böyle olmuştur.” * (Paulo Lins –Tanrıkent)

 

Neden fotoğraf çektiğimi ekseriyetle uzun uzun düşünürüm. Kendime verdiğim yanıtlardan asla tatmin olmam. Sanırım verdiğim yanıtlardan tatmin olsam elime bir daha fotoğraf makinesi almayacağımdan korkuyorum. Tabi herkes için geçerli bir durum değil benimkisi! Bir şeyi amaç değil de araç haline getirmenin her zaman eleştirilecek bir tavır olmadığını kabul etmekte bir beis görmüyorum. Araç ile neye / nereye ulaştığımız kısmına göre değişir zira bu tavrın etik boyutu.

“Analog fotoğraf dergisinde sinema köşesinde bu kadar da felsefe yapılır mı yahu?” dediğinizi duyar gibi filan değilim. Okur ile sohbet ediyormuş kisvesi altında samimiyetsizlik saçan bu tarz cümleleri asla kurmam ve içinde bu tarz cümleler barındıran yazılardan da hoşlanmam. Bu interaktif bir alan değil. Ben yazacağım, siz de okuyacaksınız. Şirinlik yapmanın ne yeri ne de sırası…

Bu sayıda bahsedeceğim film; 2002 yılında Fernando Meirelles tarafından çekilmiş “Cidade De Deus” (Türkçe ’ye “Tanrı Kent” olarak çevrildi.) olacak. Brezilya yapımı olan filmin süresi 130 dakikadır. Tik Tok videoları ile zehirlenen kişilerin oturup dikkatlerini vererek izlemesi için bir hayli uzun bir süre diyebilirim.

Filmin türüne belgesel-dram denebilir. Zira otobiyografik ögeler barındıran bir dram ve çekim teknikleri ile kullanılan planlar da belgesel türüne göz kırpmakta. Yönetmen, şiddeti estetize etmeyen ama şiddet sahnelerinden de sakınmayan bir film dili benimsemiş.

Filmlere yapı bozum uygulayarak her sahnenin arkasında başka bir anlam arayan, sembolizm sevdalısı bir sinefil değilim aslında fakat bu filmin açılış sekansındaki, canını kurtarmak için kaçan tavuk aslında filmin ana karakteri Rocket'i temsil ediyor. Rocket de Favela'dan kaçmak, kurtulmak istiyor. Zaten "Ne polis olacağım, ne de serseri! Vurulmaktan çok korkuyorum." dediği sahnede filmin çatışmasının Rocket 'in yaşadığı Favela'dan çıkmaya çalıştıkça Favela'nın onu kendine çekmesi olduğunu anlıyoruz. 

Ana karakterin Rocket olduğu Tanrikent bize bir sürü kısa hikaye anlatıyor yan karakterleri vasıtası ile. İçinde kısa öyküler barındıran bir kitap gibi filmin senaryosu… Hepsi birbiri ile ilişkili karakterlerin (Lil Z, Benny, Nakavt Ned ve 3lü Çete'nin üyeleri gibi) başına gelen, birbirlerini ve ana karakter Rocket’i etkileyen olaylar silsilesi şeklindeki film akışına kendinizi kaptırmamanız gerçekten çok zor! 

Filmin belgesel tarafı ise sadece çekim tekniklerinden değil, Brezilya tarihinin belli bir dönemini kent ve insan ilişkisi üzerinden olabildiğince objektif yansıtmaya çalışmasından kaynaklanmakta. Film, Favela'lardaki nüfusun sosyokültürel altyapısını, eğitim ve refah seviyesini tüm yalınlığı ile ortaya seriyor. Ağdalı anlatımdan ve ajitasyondan dikkatle kaçınan filmin sert ve düz üslubu da insanda “suratına bir tokat akşedilmiş” etkisi yaratıyor. 

Küçük çocukların ellerinde silahla dolaştığı, gasp, hırsızlık, tecavüz ve bilimum yüz kızartıcı suçun pervasızca işlendiği sokaklardaki insanlarda Devlet tarafından kendi hallerine bırakılmış, kaderlerine terkedilmiş olmalarının farkındalığının getirdiği öfke ve umursamazlık mevcut. 

Polisin, sağlık ve eğitim sisteminin umurunda olmayan insanlar konulan kanun ve nizamlara uymayarak otoriteye olan öfkelerini dışa vuruyorlar. Bir nevi kısır döngü halinde giderek artan bir şiddetin içine sürükleniyor seyirci de dakikalar ilerledikçe

Filmin sonunda Rocket'in kendini kurtardığına şahit oluyoruz belki ama Favela'lardaki kemirgenler (küçük çocukların oluşturdukları suç çeteleri) izlediğimiz döngünün devam edeceğini bize açıkça işaret ediyor.

Yazımın başında sorduğum soruya geri dönecek olursam; peki Rocket neden fotoğraf çekiyor? Bu soruya da net bir cevap veremem. Favela'dan kaçıp kurtulmak için mi? Hoşlandığı kızla yakınlaşabilmek ve onu etkilemek için mi? Salt iyi bir fotojurnalist olabilmek için mi? Sizce neden fotoğraf çekiyor? Filmi izleyenlerin de bunu bir düşünmesini ve bu soruya kendi yanıtlarını vermelerini isterim.  

Buraya kadar yazdıklarımdan gayet net olarak anlaşılabileceği üzere; filmde fotoğrafçılığın, hatta dönem filmi olması sebebi ile o dönemin fotoğrafçılığı olan analog fotoğrafçılığın da bir hayli önemli bir role, yere sahip olduğunu gözlemliyoruz. Filmin başından sonuna kadar ara ara karşımıza farklı analog kameralar çıkıyorlar ve filmin akışını ciddi anlamda değiştiriyorlar rolleri ile.

Gelin bu fotoğraf makinelerini yakından tanıyalım! (Bu da hep uyuz olduğum ve bana samimiyetsiz gelen bir kalıptır, “Gelin …’yı yakından tanıyalım” kalıbını hep sarkazm maksatlı kullanmak istemişimdir ve kısmet bu yazıya imiş, hadi yine iyisiniz tırt bir ilk de olsa bir “ilk”e şahit oldunuz lan sevgili okurlar!)

Filmdeki analog fotoğraf makinelerini aşağıda sıraladım;

-        Kodak Instamatic 77X : Kodak tarafından 1977-1984 tarihleri arasında üretilen, 126 film ile kullanılan 43 mm focal mesafeli, f/11 diyaframlı ve 1/50s örtüccü hızlı bir lense sahip bir kamera.

-        Kodak Instamatic Reflex : Kodak tarafından 1968-1974 tarihleri arasında üretilen, Instamatic serinin en üst modeli olan, 126 film ile kullanılan, Schneider-Kreuznach Xenar 45mm/f2.8  ya da Xenon 50mm/f1.9 lensler ile kullanılabilen bir SLR.

-        Kodak Retina Reflex S : Kodak tarafından 1957 ve 1958 yıllarında üretilen 35mm SLR kamera.

-        Kodak Retina Reflex IV : Kodak tarafından 1964 ve 1967 yılları arasında üretilen ve yine Schneider-Kreuznach Xenar 45mm/f2.8  ya da Xenon 50mm/f1.9 lensler ile kullanılabilen bir 35mm SLR.

-        Nikon F Photomic : NASA astronotlarının ve Vietnam’daki fotojurnalistlerin kullandığı efsane SLR. Nikon’un F serisinin başlangıç modeli. Fotoğrafçılık tarihindeki en ikonik fotoğraf makinelerinden birisi. Nikon F’in teknik özelliklerini buraya yazmayacağım bile. Merak eden araştırıp öğrensin. Benim için bu filmin başrolü zaten Nikon F Photomic’tir.

Filmin sonundaki en kritik sekanslardan birini Nikon F Photomic’in vizöründen izleriz. Hikayenin sonunu da Nikon F Photomic yapar yani bir nevi. Analog fotoğrafçılık meraklıları & sevdalıları zaten kendisini iyi tanıyordur.

Benden bu sayıda bu kadar, ilerleyen sayılarda başka filmler ile ilgili yazılarımda görüşmek üzere…

 * amania dergi 11. sayı için yazılan film inceleme yazımdır.


Amania Dergi


Mithat Erdoğan

Şubat 2023 – Fethiye / Muğla

14 Mart 2023 Salı

Ted-X Files

Beldemizde dün gerçekleşen TedX etkinliği henüz üzerinden kısa bir süre geçmesine rağmen çok şeyi değiştirdi. Gelin size bu epik, didaktik ve masalsı sabahtan biraz bahsedeyim sevgili okurlar... 

Dün akşam gerçekleşen TedX etkinliğini düşünerek yolda sakince yürüyordum ki sabahın bu erken saatinde bir grup genç girişimcinin meslek lisesinin önünde tekme tokat birbirlerine giriştiklerini farkettim. Tam; "şiddet çözüm değildir gençler, kendinize gelin!" diye onlara yol gösterecek ve onları doğruyu yapmaları konusunda motive edecektim ki konuşmalarını, daha doğrusu bağırışmalarını duydum. 

Sayıca az olan gruptaki gençler "start up konusunda söyledikleriniz gerçekçi değil!" diye bağırırken sayıca kalabalık olan gruptaki gençler ise onları; "gerçekçi olmasa nolur lan! bir şeyi gerçekten isterseniz o şey olur dalyaraklar! " diye yanıtlıyordu ve bu esnada birbirlerine tekme tokat girişiyorlardı. 

Şaşırmış ve nasıl tepki vereceğimi bilemez halde yoluma devam edip hemen köşedeki mahalle bakkalına su almak için girdiğimde kendisine veresiye satış yapmayı reddeden bakkal sahibini hoşgörü ile karşılayarak ona hayat dersi verme gayreti içinde çırpınan orta yaşlı adam: "yarında yaşamak lazım, yarında. vizyonunuzu genişletin artık beyefendi, bugun alacağım ay başında ödeyeceğim, buna neden karşı çıkıyorsunuz? yarında yasamazsak nasıl kalkınacak, şaha kalkacak bu toplum!?" diyordu. 

Aman tanrım! Bu beldeye bir gecede ne olmuştu böyle yahu?! demekten kendimi alamadım. 

Gözlerimi yaşartan son olay ise beldemizin gedikli sabıkalısı, hafif suçlar kralı Nevzat'in kendisini tutuklayan polis memurlarına verdiği yanıt oldu. Nevzat yine kabahatler kanununa aykırı bir eylemde bulunup polislerce karakola giderken polis memuru ile konuşmalarına kulak misafiri oldum. 

Polis memuru; Nevzat bıkmadın lan şu umuma açık yerlere sıçma ve işeme huyundan, hayır sonra da işini gördüğün yerde bir kenara kıvrılıp uyuyorsun, her seferinde aynı şey. Yapma oğlum artık, vazgeç şu işten. Sen böyle yapınca bize şikayet geliyor, biz de seni karakola götürüyoruz, öğrenemedin mi hala bunu? 

diyerek serzenişte bulunmuştu. 

Nevzat ise onu; Ben öğrenme tutkunuyum memur bey. Sizler de bir nevi benim öğrenme yoldaşımsiniz. Farklı yerlerde aynı eylemi yapınca aynı sonucu mu tecrübe edeceğim onu öğrenmeye çalışıyorum ben. 

şeklinde yanıtladı. 

Gözlerimden akan bir kaç damla sevinç gözyaşına hakim olmak istemedim. Mutluydum, umutluydum... 

TedX beldemizi bir gecede aydınlığa çıkarmıştı. İyi ki varsın TedX! Yaşa, var ol TedX!! 


Mithat Erdoğan 

14 Mart 2023 Salı Sabahı 


Fethiye - Muğla. 

14 Şubat 2023 Salı

Belki Hiç Sırası Değil Ama

Belki hiç sırası değil ama yardım kampanyalarına dair bahsetmek istediğim bir kaç husus var. Aslında sadece "yardım" ve "kampanya" kelimesinin yan yana gelmesi bile beni irrite ediyor açıkçası. Kimin ne kadar yardımsever, kimin ne kadar empati sahibi ve kimin ne kadar hassas ruhlu olduğu hususlarında herkesin kendince yargıları mevcut zaten ama kimse bu düşüncelerini sesli ifade etmiyor sadece. Dürüst olalım bu konuda...

 

Benim takıldığım noktalar ise bambaşka! Yardım kampanyasındaki kampanya kısmının yardım kısmının önüne geçtiği durumlar… AHBAP, Akut, Babala TV vs. gibi milyonlarca insana ulaşabilen bir platforma sahip değilseniz ve bir yardımda bulunacaksanız bunu kayıtsız şartsız ve başkalarının omzuna yük bindirmeden yapın lütfen.

“Bizden şu tarihlerde alacağınız şu ürünlerin / hizmetlerin geliri şuraya gidecektir …” temalı yardım olmaz arkadaşlar. Yardım etmek için başkasından yardım istediğin bir garabet o kimse kusura bakmasın! Yardım etmen için sana yardım edeceğime yardıma muhtaç kişilere doğrudan ve karşılığında bir ürün ya da hizmet almadan yardım ederim. Sizin egonuzu okşamak durumunda değil kimse! Kaldı ki bu tarz işler sizin ürün ya da hizmetiniz neyse onun reklamını yapma konusunda da hevesli olduğunuzun (sehven ya da bilinçli bir şekilde) bir göstergesi...

Takıldığım bir diğer nokta ise; bu yardım faaliyetleri esnasında aşırı vakur, onurlu ve ciddi bir ifade ile ortada dolaşan insanlar... Kendilerine aşırı uyuz oluyorum. Belli noktalarda insanlara yardım ediliyor ve bu noktalarda yapılacak bir sürü iş oluyor. Ve siz de o belli noktalardaki işlere yardımınız olsun diye gidiyorsunuz ama karşınıza bu “aşırı vakur, onurlu ve ciddi bir ifade ile” ortada gezen tipler çıkıyor. Kibirli, insanlara tepeden bakan ve kendilerinden çok memnun halleri ile ortada dolanıyorlar ve insanların yaşam enerjilerini emiyorlar.

Bu tipler bana kendimi sanki bu felaketin, insanların yardıma muhtaç hale gelmesinin sorumlusu benmişim gibi hissettiriyorlar.. “Siktir git göt!” diye haykırasım geliyor suratlarına karşı. Bunu da yapamadığım / yapamayacağım için o belli noktalardaki yardım faaliyetlerinde faal olmaktan vazgeçmek durumunda kalıyor, bölgeden uzaklaşıyor ve kendi içime kapanıyorum.

Belki bunların hepsi benim hüsnü kuruntum ama bu yazıyı yazdığım ve yayınladığım mecralar da zaten benim blog/günlüğüm ve instagram hesabım. Siz de benim bu yazdıklarımı yargılayabilir, bana hak verebilir, bana "hassiktir oradan lavuk" diyerek tepki verebilir ya da bu yazdıklarıma kayıtsız kalabilirsiniz.


14 Şubat 2023