2 Mayıs 2013 Perşembe

Hırsızlık

I
İlk kim başlatmıştı hatırlamıyorum ama kesin olarak hatırladığım bir şey var ki o yaz, yaz tatilinin ortalarından itibaren lojmandaki arkadaş grubumuz içerisindeki erkeklerin hemen hemen tamamı küçük çapta birer Arsen Lupen’e dönüşmüştü. Bunun sebebi de yine lojmanın içerisindeki kooperatiften günaşırı hırsızlık yapıyor oluşumuzdu. İçeri girip bir şeyler aşırıyor ve kapıdaki görevlilere (ki kendileri aynı anda anne-babalarımızın aynı devlet kurumunda çalışmakta oldukları iş arkadaşları da oluyorlardı) saygı ve hürmette kusur göstermeksizin iyi günler diliyor ve olay mahallinden uzaklaşıyorduk.
On iki on üç yaşlarında beş altı adet erken ergen erkekten oluşan grubumuzun motivasyonu ise Adana’nın cehennem sıcağını yaşamakta olduğumuz uzun yaz günlerinde can sıkıntısından ne yapacağımızı şaşırmış oluşumuzdu. Çükümüzle oynamaya da yeni yeni başlamış olduğumuz ve henüz mastürbasyon konusunda pek yaratıcı sayılmadığımız da göz önünde bulundurulunca gün içinde sıkılmadan vakit geçirmek için çükümüzden fazlasına ihtiyaç duyduğumuzu itiraf etmem gerekir. Yukarıdaki açıklamalar ışığında, o yaştaki bir erkek çocuğunun içinde biriken enerjinin bünyelerimizde saçma sapan tepkimelere sebebiyet verip zerre mantıklı olmayan fikirleri sırf eğlenceli diye makul olarak nitelendirmemize yol açtığını belirtmeliyim.
Hırsızlıklarımızda en çok rağbet gören iki ürün; Kinder sürpriz yumurta ve Johnson Baby kolonya idi. Johnson Baby kolonya yazın o sıcakta muazzam ferahlatıcı bir etkiye sahip olduğu için kabı ile değil de yakalanmamak adına gayet profesyonelce konuldukları rafların arka sıralarından başlamak üzere üstümüze eser miktarda boca edilmek sureti ile avuç avuç çalınmakta idi. Kinder sürpriz yumurta ise o zamanlar piyasaya nispeten yeni çıkmış olduğundan küçük hırsızlıklarımız esnasında çokça rağbet görmekte idi.
Ancak ben daha çok Kinder sürpriz yumurtayı tercih etmekteydim. Bunun sebebi ise yaz tatili öncesine, okul dönemine uzanmakta idi. Bahsettiğim yaz tatili ortaokul dönemlerime denk gelmekte idi. Okuduğum Anadolu Lisesi’ndeki kantinde o yaz tatilinden önceki sene Kinder sürpriz yumurta satılmaya başlamıştı ve hatırı sayılır derecede bir popülariteye sahipti. Annesi çalışmayan bir devlet memuru çocuğu olduğumdan ve ilgili ürünümüzde talebin elastikiyeti de bir hayli fazla olduğundan, istediğim tüketim aşamasından çok çok uzaklarda bir seviyede idim. Arkadaşlarımın nispeten daha varsıl olan ailelerinden kaynaklı tüketim çılgınlığı yapabilme serbestliklerine lojmanın okulun tam karşısında olmasına istinaden evde yediğim yemeklerden sonra annemin yaptığı tel kadayıflar, sütlaçlar, revaniler ve pudingleri istediğim kadar tüketebilme serbestliğimle karşılık vermek durumundaydım. Onlar sürekli değişen büyük şehirleri temsil ederken ben Seferihisar misali bir Cittaslow (Yavaş Şehir) idim. Şu an bakınca benim sahip olduğum şeyin çok daha kıymetli olduğunu idrak edebiliyorum ama o zamanlar edemiyordum. Dedim ya on iki, on üç yaşlarındaydım.
Yaptığımız hırsızlıkların en çok keyif aldığım kısmı ise yavaşça ve sessizce kooperatiften çıkıp basamakları indikten sonrakooperatife giden ve "Eski Yol" olarak adlandırdığımız yolun Lojmandaki Sera’nın toprak yollu girişi ile kesiştiği yere kadar sakin sakin yürüdükten sonra bağırarak ettiğimiz saçma sapan küfürler eşliğinde tahta masaya nefesimiz kesilecek kadar hızlıca koşuyor ve tahta masaya oturup dakikalarca mal bulmuş mağribi gibi sevinerek kahkahalar atıyor oluşumuzdu.
Bu heyecanı lojman dışına taşımayı birkaç kez ciddi ciddi düşünsek de daha sonra prensip sahibi sorumlu insanlarmışçasına bundan vazgeçmiştik. Söz konusu hırsızlık bile olsa özel sektörle muhatap olmaktansa kamu kuruluşlarını tercih etmekteydim. Devletçi anlayışımın temelleri ta o yıllara dayanmaktadır. Lojman dışında yakalanırsak olayın gerçek dünyada cereyan edeceğinin farkında olmanın verdiği göt korkusu ile bir alakası yoktu yani bu davranışımızın.
Bütün bir yazı böyle geçirdikten sonra tatilin sonlarına doğru tatilin sonları olmasının verdiği keyifsizlikle okulların açılacak olması nedeniyle herkesin yazlıklarından geri dönüp lojman nüfusunu eski yoğunluğuna kavuşturması da birleşince biz de jübilemizi yapmak zorunda kalmıştık. Oldum olası bir şeylerin sona ermesi canımı çok sıkan bir durum olduğundan bu durumu da bir türlü kabullenmek istememiştim ama direnmek manasızdı.  
 II
Okullar açılalı bir, bir buçuk ay olmuştu. Havaların serinlemesini müteakiben lojmandaki yollar ağaçlardan dökülen sararmış yapraklar ile doluydu. En kuru yaprakları tespit edip üzerlerine basarak koşmak bile ilk yazılıların başlayacak olması gerçeği ile yüz yüze kalınca neşemi yerine getiremez olmuştu. Nostalji duygusundan bihaber olmama rağmen yazın yaptığımız hırsızlıklardan sonraki o coşkun neşe ve adrenaline karşı fevkalade bir nostaljiye sahiptim. Tekrar aynı şeyi yaparsam can sıkıntımın yok olacağını ve yaz tatilinde hissettiğim gibi daha iyi hissedeceğimi düşünüyordum.
Nitekim bir hafta sonra, bok gibi geçen Fen Bilgisi sınavını takip eden öğle tatilinde eve yemek yemeye giderken kendimi birden kooperatifte buldum. Kooperatifin koridorlarında mal mal gezindikten sonra raflarda ne Kinder Sürpriz yumurta ne de Johnson Baby kolonya kalmadığını fark ettim. Bu aslında benim yapacağım hırsızlıktan vazgeçmem için bir işaretti, ama vazgeçmedim. Hiç sevmediğim ve hiçbir zaman da sevemeyeceğim kırmızı ve kare şeklinde ambalajlı Ülker Çikolata’dan bir adet alıp hardal sarısı yağmurluğumun bir kese kağıdı kadar geniş ve derin olan iç cebine attım ve kooperatiften hızlıca çıktım. Tam eski yolun Lojmandaki Sera’nın toprak yollu girişi ile kesiştiği malum yere gelmiş, eve kadar tek başıma ve bağıramayacak olsam da depar atarak koşmaya karar vermiştim ki arkamdan “Canım bir bakar mısın?!” diye bağıran Sezgin abi’nin sesini duydum ve kendi kendime “Şimdi yarrağı yedin!” dedim. Akabinde ise kendimden hiç beklemediğim bir soğukkanlılıkla Sezgin abi’nin görüş açısından çıkmak için yolun sağ tarafına iyice yaklaşıp montumun cebimden çıkardığım çikolatayı deniz kenarında mutlu ve huzurlu bir şekilde eğlenmekte olan bir çocuğun frizbi atacağı şekilde hızlıca Gökerlerin oturduğu tek katlı evin bahçesindeki tel örgülere doğru -atmadım- resmen fırlattım.
Suratım bir zombi solgunluğunda olduğu halde sakin görünmeye çalışarak ve hayvan gibi çatallanan sesimle “N’oldu Sezgin abi?” dedim.
-İçerden bişeyler alıp bize söylememiş olma ihtimalin var mı canım?
-Yok abi ne alaka?
- Peki neden sana bağırdıktan sonra yolun sağ tarafına yaklaşıp çalılara doğru birşey fırlattın?
-Fırlatmadım ki!
- Fırlatmadın?
- Evet fırlatmadım.
- Peki öyle olsun.
Eve doğru yürürken değil depar atmak, ayakta duracak gücü zor bulmuştum kendimde, Soğuk soğuk terliyordum ve kooperatif binasının hemen önündeki merdivenlerin başında durmaya devam eden, ellerini cebine koymuş, yürüyüşümü izleyen Sezgin abi’nin bakışlarını adeta boynuma ve enseme temas ediyormuşçasına rahatsız edici bir şekilde hissediyordum. Eve girdim ve yalandan birkaç kaşık yemek ancak yiyebildim. Annem malını bildiği için muhtelif defa “Oğlum neyin var, hiç sesin çıkmıyor, bir şeye mi canın sıkıldı? Yazılın mı kötü geçti?” dese de annemi her seferinde tüm ergenliğimle ve kendimi ele vermemek için gayret göstererek “Yok anne ya! Bişeyim yok, iyiyim ben!” diyerek yanıtlamış ve hiçbir şey demeden okula geri dönmüştüm. Dönerken tabi ki de kooperatifin önünden geçen eski yolu değil, yeni yolu tercih etmiştim. Daha uzunca bir süre eski yolu pek kullanmamaya gayret edecektim.

 III
Yıllar sonra işe giderken vapurda rastladığım ve Dostoyevski okuyan arkadaşım bana; “Senin en sevdiğin Dostoyevski kitabı hangisi?” diye sorduğunda hiç düşünmeden “Suç ve Ceza tabii ki!” demiştim.
Arkadaşım; “Kitap güzel de ben Raskolnikov ile pek empati kuramadım” dediğinde ise bir an durmuş ve gülümsedikten sonra “Ben az da olsa empati kurabiliyorum galiba” diye yanıtlamıştım. Sonra kafamın içinde “Canım bir bakar mısın?!” diye arkamdan bağıran Sezgin abi’nin sesini duymuş ve akşam eve geldiğimde bunları yazmaya başlamış idim.

Mithat ERDOĞAN
2 Mayıs 2013 Perşembe - Moda/Kadıköy

Biterken ; "Husky Rescue - Fast Lane" çalıyordu