11 Kasım 2017 Cumartesi

Tavuklar- Horozlar - Sincaplar

Bu satırları yazarken güneş tam arkamdan enseme vuruyor. Üç gün evvel taşındığımız evimizin verandasında üzeri rengarenk boya lekeli emektar ahşap masamızda oturmuş etrafa bakınıyor, yine arkamdan esen hafif serin rüzgarın kulaklarıma vurmasının tadını çıkararak dinleniyor ve boş boş etrafa bakınıyorum.


Toprak zeminden yaklaşık yarım metre yükseklikteki verandanın hemen aşağısında parçalanmış bir nar kabuğunu yemek için kavga eden iki tane tavuk var. Birisi soluk siyah, diğeri ise sarıya yakın kahverengi. Arkalarından yaklaşan horozun henüz farkında değiller. Parlak yeşil kuyruklu, altın sarısı tüylü, iri kıyım ve gayet formda gözüken horozu fark eder fark etmez tamamen zıt yönlere doğru hızla kaçıyorlar. Olay yerindeki nar kabuklarını inceleyerek ne olduğunu anlamaya çalışan horoz ise ilgisini çok çabuk kaybediyor ve başka bir tavuğu kovalamaya başlıyor.


Tam bu esnada bahçenin diğer ucunda bir çitin üstüne çıkıp avazı çıktığı kadar ötmeye başlayan başka bir horozun sesine daha fazla tahammül edemiyor ve kablosuz hoparlörümü telefonuma bağlayıp müzik açıyorum. Rastgele çal butonuna tıklayınca çalmaya başlayan ilk parça REM’den “Man On The Moon” oluyor. Bir an için haddimi bilmeyerek kendimi Andy Kaufman ile özdeşleştirebiliyorum. Heyhat! Man at the Kayaköy! Ha ha ha!


Hemen sağımdaki kocaman incir ağacının yaprakları birden usul usul dökülmeye başladı. Mevsimsel döngünün belli başlı prensipleri var ve havanın on dokuz derece olması aylardan Kasım olmasından tabi ki daha önemli değil. Yapraklar incir ağacının hemen altındaki toprak zeminde konuşlanmış üç adet çanak antenin üzerine dökülüyorlar. Kontrast ve güzel bir görüntü... Elim masanın üzerindeki fotoğraf makinesine uzanıyor ama oturduğum yerden baktığımda gördüğüm kadraj pek istediğim gibi değil. Yerimden kalkmak da istemediğimden fotoğraf çekmekten vazgeçiyorum.


Kasım ayında olduğumuzu fark edince yaşımı hesaplama ihtiyacı hissediyorum ve daha sonra ay cinsinden hesaba yönelip tam üç yüz doksan sekiz küsür aydır yaşadığımın farkına varıyorum. Üç Ocak 2018 tarihinde Dünya üzerindeki dört yüzüncü ayımı tamamlamış olacağım.


Büyük şehirden kırsala, taşraya taşınma ile ilgili beylik laflar etmek ve malumatfuruş bir tavra bürünmek niyetinde değilim, korkmayın. (Bu Holden Caulfield’esk cümleyi çok sevdim niyeyse.) Burada geçirdiğim çok kısa süre içerisinde (ki geleli daha dört gün oldu) en çok hoşuma giden şey ise daha şimdiden son on beş senedir (yüz seksen ay) İstanbul’da yaşamamış gibi hissetmeye başlamam oldu. Bu benim için çok önemli, çok rahatlatıcı ve çok memnun edici bir gerçek.


Bunun kafama dank etmesi de şöyle oldu; dün köy meydanından öteberi almış eve doğru yürürken sol tarafımda kalan büyük arsanın ortasındaki ağacın yapraklarının bir kısmının kızıllığı ve bir kısmının da pastel mora yakın tonları ilgimi çektiği için ağaca yaklaşmaya karar vermiştim. Derken ağacın üstünde bir kaç farklı kıpırtı gözüme çarptı. Durdum ve olduğum yerden ağaca daha dikkatli bakınca kıpırtıların ağacın üzerindeki dört adet yavru ve bir adet yetişkin sincaba ait olduklarını idrak ettim. Kocaman ağacın dallarında ve gövdesinde bir oraya bir buraya koşturan dört adet yavru sincap ve onların gözünün önünde oynamasından memnun-muşçasına olduğu yerde sabit durarak onlara bakan yetişkin bir sincap…


Daha evvel bir kez Ihlamur Kasrında sincap görmüşlüğüm vardı ama oradaki sincaplar insan sayısının fazlalığı sebebi ile aşırı ürkek davranmaktaydılar. Dolayısıyla bu kadar rahat bir şekilde onları gözlemleme fırsatım olmamıştı. Şimdi uzun uzadıya bakınca çok enerjik ve komik görünüyorlardı. Hele yetişkin olanın kafasının iki üç katı büyüklüğündeki top şeklinde kuyruğu pek gülünç ve güzeldi.


Bu sefer kadraj da ışık da çok iyiydi ve fotoğraf çekmem artık kaçınılmaz sayılırdı. Deklanşöre bastım. Sonrasında ise hemen önümdeki taş duvar yıkıntısından kalan kısma oturup ağacı ve sincapları seyrettim. Sürekli boynumda fotoğraf makinesi olması sebebi ile beni turist sanan köylüler gelip geçerken bana selam verme zahmetine katlanmıyorlardı. Bu durumu (şimdilik) garip bir biçimde rahatlatıcı ve özgürleştirici buluyordum.


Taşınma telaşı, nefes alabildiğimiz kısımlarda bol bol çizgi roman ve fotoğraf makinesi boynumda asılı yapılan uzun yürüyüşler ile geçiyor şimdilik günlerim. Seda da ben de eve bir an evvel yerleşmeye ve eksikleri gidermeye çalışıyoruz. Evin eksikleri; odun sobası, odun, telefon, internet, ayakkabılık, TV sehpası ve güneş enerjisi tesisatı vs…


Bu eksikleri giderirken telaş göstermemeye gayret ediyoruz. Bir elinde mala, diğer elinde ıslak çimento tahtası, ağzındaki sigaranın dumanı yüzünden kısmak zorunda kaldığı bir gözü ile hiç acele etmeden işini yapan bir duvar ustası serinkanlılığı ile eksiklerimizi elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince gidermek ve buradaki yaşamın tadını çıkarmak niyetindeyiz.


Acele etmiyoruz, siz de sakın acele etmemeye çalışın, tabi mümkünse...

"Oh! I got plenty of time.
Oh! You got light in your eyes
And you're standing here beside me.
I love the passing of time.
Never for money, always for love...
Cover up and say goodnight, say goodnight."




Mithat Erdoğan
7 Kasım 2017 Salı
Saat 13:41
Kayaköy - Fethiye - Muğla

Biterken; Talking Heads - This Must Be The Place çalıyordu





















i) R.E.M. - Man On The Moon

ii) Talking Heads - This Must Be The Place (Naive Melody)

18 Ekim 2017 Çarşamba

Maç Saati

Isınma hareketleri esnasında
coşkuya kapılıp
zorlamaya bağlı
yan diz bağları sakatlığı
geçirdiği için
maç kadrosundan çıkartılan,
geleceğin yıldızı
ve henüz on sekiz yaşında
genç bir futbolcunun
yaşadığı hayal kırıklığıyla
empati kurabiliyordum;
tam iki saat boyunca
gelmeni beklerken
taksim meydanındaki
anıtın altında.


Mithat Erdoğan
18 Ekim 2017
Akaretler / Beşiktaş

Biterken; "The Beatles - I've Got A Feeling" çalıyordu

Fotoğraf: Mithat Erdoğan 
Mart 2017 / Beylerbeyi Stadı

29 Eylül 2017 Cuma

Paydos (Foto Öykü)

Pera müzesinden çıkmış Tünel istikametine doğru Oteller Sokak üzerinde yürürken fotoğraf makinemin ayarlarını kurcaladığım esnada bir gürültü duydum. Kafamı kaldırıp baktığımda sırtındaki çuvalla birlikte yere yığılmış yirmili yaşlarının başında bir hamal gördüm. Tam yardım etmek için hamle yapacakken karşı kaldırımın önündeki otelin görevlilerinden biri olan hamal ile yaşıt bir genç gelip hamalı yerden kaldırdı, iyi olup olmadığını sorduktan sonra mesai arkadaşlarından su ve tatlı bir şeyler getirmelerini istedi.

Sokaktaki ışık, konumum ve kompozisyon çok iyi olduğu halde elim fotoğraf makinesine gitmedi, öylece durmuş olan biteni seyrediyordum. Kara kalın kaşlarını düşürmüş, kıstığı gözlerini açmaya çalışan dudaklarının kenarı çatlamış genç hamalın yüz ifadesi böğrüme oturmuştu. Gelen suyu korka korka içip parlak ambalajlı çikolatalardan bir tanesini ağzına attı ve kafasını arkasındaki, taşıdığı çuvala dayayarak ayaklarını kaldırımdan aşağıya uzattı. Başında duran otel görevlisi kendinde olup olmadığını anlamak için alelade sorular sorarken gülümsemeyi ve ona iyi olacağını söylemeyi ihmal etmiyordu.

Aklım hamalda kalmış bir şekilde Tünel istikametine doğru yürümeye devam ettim. Sağa sola boş boş bakıyordum, yukarıya Asmalımescit tarafına saptım. Ara sokaklardan Tünel’in tam önüne varmıştım. Galata Mevlevihane’sinin önünden Galata Kulesi’ne doğru yokuş aşağı salınırken içimden hala fotoğraf çekmek gelmiyordu. Sokaktaki kalabalığa az evvel kaybettiği annesini arayan küçük bir çocuk gibi meraklı gözlerle bakıyordum.

Az evvel şahit olduğum olayın etkisinden çıkma gayreti içimdeydim. Hamal çocukla aynı takımda futbol oynadığımızı düşündüm. Sol kanatta boş pozisyonda aldığım topu önüme açıyor ve ceza sahasına sert ve falsolu bir orta kesiyordum. Rakip stoperin üzerinden yükselen hamal şık bir kafa vuruşu ile golü atıyor ve bana koşuyordu. Maç sonunda bu sefer çok koşmaktan kurumuş ve çatlamış dudaklarını elindeki enerji içeceği şişesine dayıyor ve kana kana büyük yudumlarla içiyordu.

“Nasıl attım ama tam kafana topu?!" diyordum. “Ben de güzel yapıştırdım ama kafayı!” diye gururla yanıtlıyordu.

Tam bunları tahayyül ettiğim esnada birinin bana “Fotoğrafımızı çeker misin?” diye seslendiğini duydum.Kafamı sesin geldiği tarafa çevirdiğimde tadilattaki bir dükkânın içinde oturmakta olan iki kişiyi gördüm. Dükkânın içinde sağ tarafta oturmakta olan kırklı yaşlarında, kel, tombul ve bıyıklı abi idi bana seslenen. Elinde sigarası ve yüzündeki mahcup gülümsemesi ile fotoğraflarını çekip çekemeyeceğimi sordu tekrar. Hemen yanında derme çatma alçak bir sehpanın arkasında oturmakta ve elindeki yarım ekmek arası sandviçi yemekte olan yirmili yaşlarının başında bir genç vardı. Babacan bir usta ve mahcup çırağı gibi oturmuş bana bakıyorlardı karşımda.

“Tabi çekerim!” dedikten sonra boynumdaki fotoğraf makinemi elime alıp gülümseyerek “Çekiyorum” dedikten sonra arka arkaya beş altı kez deklanşöre bastım ve fotoğraf makinamı tekrar boynuma astım. Ne diyeceğimi bilemez bir halde onlara bakıyordum ki yaşlı olan abi “Teşekkürler” dedi. Olduğum yerde üç beş saniye dikildikten sonra söyleyecek bir şey bulamadım. “Ben teşekkür ederim" dedikten sonra yokuş aşağıya yürümeye devam ettim.


Garip bir şekilde az evvel tahayyül ettiğim ortayı yapmış ve hamal çocuk da kafayı vurup gol yapmış gibi hissediyordum. Birkaç dakika evvel kafamda canlandırdığım enstantane daha gerçek geliyordu artık. Kulaklıklarımı taktıktan sonra “Depeche Mode – I feel you” şarkısını açtım.  

Şarkının girişine ıslıkla eşlik ederken kendi kendime “Ben bunu yazayım en iyisi!” dedim.  


Mithat Erdoğan 
29 Eylül 2017 Akaretler / Beşiktaş


Fotoğraf : Mithat Erdoğan


19 Eylül 2017 Salı

Yevmiye (Foto Öykü)

“Hep Gazanfer ağanın işleri bunlar!” diye söylendi kendi kendine. Dün akşam Zeyrek’ten Fatih’e bekar odasına doğru seğirtirken yolda karşılaşmışlar, “Cemil, salı sabahı yanıma uğra bir boya işi var, seni de yollayayım.” demişti. Eminönü’nde yediği balık ekmek – helva sonrası çay isteği giderek arttığı için şaklattığı damağını bir kez de keyifle şaklatmış ve “İyi lan, yarının da yevmiyesi çıktı!” diye sevinmişti.
“İşin ne olduğunu sormak adetten değildir. Yevmiyeni çıkaracaksan gider çalışırsın ama bunun da bir adabı vardır. Kilise kapısı boyamak da nerden çıktı gardaş?” diye tepki vermiş ve teklifi reddetmişti Maraşlı Musa. Cık cık'layarak uzaklaşırken kendi kendine “Müslümanız Elhamdurillah” diye söylendiğini duyabiliyorlardı. Cemil ikirciklenmişti, işin parası iyiydi ama ucunda dile düşmek, bekar evinde diğer arkadaşları tarafından ayıplanmak ya da memleketindeki anasına kadar uzanacak bir reklam olma ihtimali mevcuttu.
“Bilemiyom ki Gazanfer ağa, bir bilene mi danışsak helal mi şimdi bu yevmiye, gavurun kilisesini boyayacaz neticede!?” dedi.
“Lan oğlum, sen emeğinin garşılığını alacan, sanane boyadığın kapı kiliseninmiş, apartımanınmış, dükkanınmış’ından? Hem o gevşek Musa’ya ne bakıyon sen, on beş günde bir yüksek kaldırımdaki garılarnan halvet olup üzerine halka tatlıları çifter çifter yerken Müslümanlığı aklına gelmiyor da şimdi mi Elhamdürillah Müslüman oldu, gösteriş peşinde oğlum o dümbük!” diye sakin ve sevecen bir şekilde yanıtladı yılların ustabaşısı Gazanfer ağa.
“Girişteki demir kapıyı boyayacaz, yevmiyemizi alacaz. Bitti gitti. Ötesini berisini düşünme sen. Hem parası da diğer işlerden iyi, ben seni düşündüğümden ısrar ediyorum, yoksa Tarlabaşı'ndan iki dakikada bulurum ecnebi bir ırgat, sen bilirsin” diye de ekledi.
Cemil kenara attığı parayı düşündü, birkaç haftadır kesat olan işleri düşündü. Üstelik şeker bayramına da az kalmıştı, köye cebinde üç-beş kuruş daha fazla parayla gitse fena mı olurdu? Hem bir kere kilise kapısı boyamaktan ne zarar çıkardı ki? Kendini bile tam olarak ikna edememişti gerçi ama yine de huzursuzlana huzursuzlana “Tamam Gazanfer ağa, yaz beni, ben çalışacam” dedi.
“Yarın sabah altı gibi Unkapanı çarşısının önündeki otobüs durağına çık. Bizim İlyas alacak seni de pikaplan. Akşama kalmaz bitiririz işimizi zaten. Hadi kal sağlıcakla” diye buyurduktan sonra çayların parasını masaya bırakıp kahveden hızlıca çıktı Gazanfer ağa.
Florasan ışığın altında parlayarak iyice moraran, beş liralık banknotun bir yüzündeki Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın suretine dalgınlıkla bakarken okunan ikindi namazını geç de olsa farkedip ayak ayak üstüne atarak oturmayı bırakmış ve taburede doğrulurken iç çekerek “Aziz Allah şefaat ya Resulallah” demişti.
Yarın bir kilisenin dış kapısının demirlerini boyayacak ve yevmiyesini alacaktı. Gerisini düşünmemeye karar verdi.


Mithat Erdoğan
18 Eylül 2017 Pazartesi
Akaretler-Beşiktaş / İSTANBUL


Fotoğraf: Mithat Erdoğan
Leica Af-C1
Fuji C200
İstiklal Caddesi - Beyoğlu





18 Eylül 2017 Pazartesi

Une femme est une femme

Çok yürüdük biz.
Çok da fotoğraf çektik.
Çok yaşa sen emi!

Mithat Erdoğan
18 Eylül 2017
Beşiktaş / İstanbul


Fotoğraf: Mithat Erdoğan
Rollei XF35 - İlford Pan 400 / Mart 2017 / Gümüşsuyu



16 Eylül 2017 Cumartesi

On Beş Eylül ( Haiku #6 )

Kıvırcık saçlı
okur-yazar kadının 
doğum günüydü.

Mithat Erdoğan 
15 Eylül 2017

Moda - Kadıköy




Fotoğraf: Mithat Erdoğan

13 Eylül 2017 Çarşamba

Uyku ( Haiku #5 )


Beş dakikanın
hesabını yaparsın
kağıt kalemsiz.


Mithat Erdoğan
13 Eylül 2017


Fotoğraf: Mithat Erdoğan


14 Haziran 2017 Çarşamba

Topun Oyunda Olmadığı Süre


Saha kenarında
ışıklı tabela ellerinde
oyunun durmasını
ve doğru anın gelmesini
sabırla bekleyen
dördüncü hakemler için mi
kaleme almıştı acaba 
Valentin Louis Georges Eugéne Marcel Proust
"Kayıp Zamanın İzinde"yi?

Mithat Erdoğan
8 Mayıs 2017


Fotoğraf : Mithat Erdoğan




29 Nisan 2017 Cumartesi

(S)özgeçmiş ( Haiku #4 )

kartvizitlerle
iletişen insanlar
mektup yazmazlar.

Mithat Erdoğan
28 Nisan 2017

Beşiktaş

Biterken ; "Belle and Sebastian - The Boy with the Arab Strab" çalıyordu.

Fotoğraf: Mithat Erdoğan


27 Nisan 2017 Perşembe

Bas ve Çek * (Haiku #3 )

gözüm vizörde
işaret parmağımsa
deklanşördeydi.

Mithat Erdoğan

27 Nisan 2017
08:15 Kadıköy - Beşiktaş Vapuru

Biterken; " Charlie Parker - All The Things You Are " çalıyordu

Fotoğraf: Duygu Kıyak

25 Nisan 2017 Salı

Çay'a Metre - (Haiku #2)

kim nasıl ölçer
bir çay bardağındaki
dudak payını?


Mithat Erdoğan

25 Nisan 2017 Çarşamba
07:45 Kadıköy - Beşiktaş Vapuru

biterken "Louis Armstrong, Sy Oliver Choir and All Stars - Go Down Moses" çalıyordu.


Fotoğraf: Mithat Erdoğan


24 Nisan 2017 Pazartesi

Elling (Haiku #1)

ana kuzusu
ve lahana turşusu
şair olmuştu.


Mithat Erdoğan
24 Nisan 2017
07:45 Kadıköy-Beşiktaş Vapuru


Bonus; filmden bir alıntı;


birkaç saat sokaklarda dolaşırım, rastgele şiddet için ideal hedef olurum.



11 Nisan 2017 Salı

Haruki Murakami ve Ağır Siklet Boks Şampiyonları - 2. ve son Kısım

Melis sabahın o engin ıssızlığında kuş sesleri ile açtı kirpiklerinin düğümünü..Bilemedi önce ayak parmaklarını mı oynatsa..yoksa bir çırpıda kırpsa mı gözlerini yine yeniden uykunun saadetine... sessiz sedasız kalsa mı inişli çıkışlı dağlarının nefesi ile..Yoksa kuşları mı dinlese dirlikle..

Berisinde kuşların sesi bile öylesine rahatsız edici geldi ki..Uyuyamadı..Dişlerini sahipsizce gıcırdatmaya başlamıştı bile düşünceler aleminde.

 'Nerede kuş yuvası var yahu! Ne bu böyle bu kadar meşakkatli!.. Kuş olmak nasıl bir şey olurdu acaba? 

Sınırın olmadığı bir hayvan alemi olsan, uçtukça uçsan.. Gerçi açlık derdi var onların da.. Ama yani her sabah neşe ile eşe dosta sonsuz sazla sözle cik cik cik şarkı söylesen..Vay anasını arkadaş..Bir de şu yanımdaki danaya bak hele..' 

diye düşünürken, bir üşüme geldi tam o anda..

-Böyle cıplak uyursam olacağı bu işte! Off kafama s.çayım..

Üstüne yerde bağırsaklanmış kırmızı bluzunu giydi hemencecik. Usulca poposunu kaşıdı. Tuvaletin o hazin floransında, soğuk suyun yüzüne çarpan azimetinde yaşam damarlarını buldu Melis. Şöyle bir baktı kendine aynada..Gözlerinden biri daha ufak tefek görünüyordu. Ah yine mi çene altı kılları çıkmıştı kara fatma olanlarından üstelik! Bakındı tuvalete bir cımbız var mı diye.. Dolabın içinde bulamadı. Etrafına bakarken rafın üstünde, sakal traşı olduğunu tahmin ettiği garip aygıt ile bok kokusuna otantik esanslar yaysın diye yeşerlenmiş kum rengi mumların yanyana duruşuna baktı. Belki biz de böyle bir çiftiz Murat ile diye iç geçirdi. Diş fırçasını aldı..üstüne pırrtlattı  macunun kıvamını..Dişlerini fırçalayıp, ağzındaki nanenin yayılışını hissederken, Murat'ın evvelsi gece beyninde nane ile ferah hissetme halinin beyindeki aynı bölümde kaynaklandığını, aslında bu yüzden yazın nane yemenin bize soğuk hissiyatı vererek iyi geldiğini..ama bunun da pekala bir aldatma olduğunu ve işte o saçma sakızların endüstrinin bizi nasıl düzdüğünü dobra dobra anlattığı an canlandı. Bu yüzden artık naneli sakız çiğnemiyormuş! İyi peki aferin! 

Yeniden baktı aynaya..

-Bugün çok güzelsin tatlı bıdık! 

dedi kendi kendine yamuk yumuk ağzındaki fırçanın eşliğinde. Diş macununu kabaca tükürdü..köpüklerin akışına baka baka temizledi kendi pisliğini. Çalkaladı ağzını gırrr gırrr.

Odaya döndüğünde evvel geceden kalma sallama çayların iskeletini gördü. 42 No'lu Tirebolu Çayı'nı demleme asaletini diledi. Sabahları bir şeyde de güzel hissetsem ya dedi kendi kendine. Giydi pantalonunu..Çorabının eşini bulamadı. Murat'ın üst kısmı hep aynı olan '3 küçük üçgen'li desenlerden oluşan aşırı sıkıcı siyah çoraplarından birini giydi. Saçını yapmaya tenezzül bile etmeden terk etti odayı.. 

Tam ayakkabısının bağıcığını bağlamış, şalını takmış evden çıkacakken..Murat'a hoşçakal dememek de ayıp olacak şimdi dedi. Hop geri döndü odaya usulca öptü erkeği sert yanaklarından. Gülümsedi Murat.. 3 yaşına dönmüştü şimdi, ne tatlıydı. Usul usul uzun kirpiklerinı yerçekimine teslim ederek daldı uykuya dalışını izledi Melis erkeğinin..

Masa başındaki Murakami kitabı takıldı gözlerine.. Hiç affetmedi attı çantasına..Dolmuş beklerken başlardı belki.

Pınar Özütemiz / 3 Nisan 2017 - Berlin

Fotoğraf:
Mithat Erdoğan

Leica AF-C1
Fujicolor200

Şubat 2017 / Karaköy



Haruki Murakami ve Ağır Siklet Boks Şampiyonları - 1. Kısım

-İki elinde de poşet olan insanın çaresizliğini baz alalım o zaman.

dedim. Suratıma boş boş baktı ve

-Nerden çıktı şimdi bu Murat ?

dedi.

-Kendimizi bir saniyeliğine o insanın yerine koyalım. İşten yorgun argın gelmiş. Yol üstünde markete uğramış. Kendine mükellef bir akşam yemeği hazırlamak için alışveriş yapmak niyetindeymiş. Markete girmiş. Bir şişe kırmızı şarap, bir paket makarna, parmesan, maydanoz, tereyağı, krema, süt, kahve ve aylık olarak çıkan mecmualardan düzenli takip ettiklerini market arabasına doldurmuş. Kasadaki uzun kuyruk tam da canını sıkmak üzereyken kuyruktaki diğer insanların homurdanmaları vasıtası ile açtırdıkları yeni kasanın kuyruğuna ilk hamleyi o yapmış ve beklemeden ödemesini yapabilmiş. İndirim kartında bir hayli puanı biriktiğini söyleyen kasiyer kıza gülümseyerek ödeyeceği meblağdan ilgili puanları düşebileceğini söylemiş ve kızın parmaklarındaki ojelerin rengini çok beğendiğini fark etmiş. Tam marketten çıkmakta olduğu esnada atıştırmaya başlayan yağmuru pek önemsememiş. Fakat bir dakika içerisinde şiddetini bir hayli arttıran yağmur sokakların ıslanmasına sebep olmuş. Kocaman yağmur damlalarının elindeki poşetlere çarpınca çıkardıkları ses ve ayakkabısının içerisine su dolup dolmayacağının endişesi yüzünden adımlarını sabırsızca hızlandırmış. Tam da bu esnada BAM! Evin anahtarını pardösüsünün cebine koymadığını anımsamış. Anahtar sırtındaki çantasının diz üstü bilgisayarını koyduğu kısmının derinliklerindeki o malum cepte durmaktaymış. Çanta sırtındaymış ama iki elinde poşet varmış. Yağmur giderek daha da hızlanırken caddeler de artık bölge bölge su birikintileri oluşturacak kadar sırılsıklam bir hal almış. Elindeki poşetlerin kenarları parmaklarını keserek acıtmaktaymış. Fakat poşetleri yere bıraksa ıslak zemin yüzünden altlarına çamur bulaşacak olması, poşetin içindekilerin zemine koyunca formlarını bozarak poşetin içinde rastgele alt alta - üst üste bir konuma gelecek olmaları ve o poşetleri teker teker avucuna geçirip tekrar yerden kaldıracak olma fikri sinirlerini haddinden fazla şişirilmiş ve parke zemine sertçe vurulmuş bir basketbol topu misali sıçratmaktaymış. İşte bu insanın çaresizliğini tahayyül edebiliyor musun Melis?

Melis gayet sakin bir şekilde komodinin üzerindeki sigara pakedine uzandı. Yastığın yanına düşmüş çakmağı parmaklarının arasına alıp ağzına koyduğu sigarayı yakarak ilk dumandan ne kadar keyif aldığını açığa vuran bir ifade ile gözlerini kısarak ;

-Sen de bu paket sigaradan ister misin yoksa sana bir tane sarma sigara da hazırlayabilirim

dedi.

Tül perdenin arasından odaya vuran sokak lambalarının ışıkları nevresimi üzerine çekmeye zahmet etmediği çıplak göğüslerine vurmaktaydı. Normalde de güzel denilebilecek göğüsleri daha da güzel görünmekteydi. Le Grand Illusion! Bu görüntüyü mahvetmek istemediğim için elindeki paketten hazır bir sigara çekip yaktım.

-Eee, sorumu yanıtlamayacak mısın?

diye bir salvoda daha bulundum.

-Tahayyül etme meselesine gelecek olursak; sana seviştikten sonra eskisi kadar sohbet etmediğimizi söylüyorum ve senin bu lafımın üzerine ilk sevişmemizden sonra açtığın sohbet konusu bu mu gerçekten? İki elinde de poşet olan ve yağmurun altında apartman kapısının önünde çantasındaki anahtara ulaşmaya çalışan bir adamın içinde bulunduğu durumun çaresizliği.

-Bence güzel bir konu

diyerek benim tarafımdaki küllüğü ikimizin ortasına yatağın üzerine koydum. Yüzüne yayılan gülümsemeyi bastırmaya çalışarak ama bunu pek da başaramayarak ;

-Bu aralar çok fazla Murakami kitabı okudun bence arka arkaya. Başka bir açıklama getiremiyorum bu sohbet konusuna.

diye yanıtının finalini yaptı.

Yataktan kalkıp mutfağa doğru çırılçıplak seğirtmekte iken sol elimi havaya kaldırıp;

-Kahve içer misin peki?

sorusunu kavisli bir masa tenisi servisiymişçesine kucağına attığımı hayal ettim.

-Bana sallama çay yapsana

diye yanıtladı.

Mutfağa gidip çayı ve kahveyi hazırlayıp yatak odasına geri döndüm. Bir elimde çay, diğerinde kahve yatağa yaklaşmakta iken;

-Bak mesela ben şu an az evvel bahsettiğim o iki elinde iki poşet olan insanın içinde bulunduğu çaresizliği kesinlikle tahayyül edebiliyorum

dedikten sonra bilerek yapmacık bir şekilde aşırı endişeli bir hale getirdiğim mimiklerime haiz yüzümle savımı destekledim.

-Sence kendimi yakmadan yatağa oturabilecek miyim? Zira iki komodinin de üzeri dolu, bardak koyacak bir boşluk mevcut değil Melis!

Yatağın üzerindeki küllüğü kaldırıp zemine bıraktıktan sonra sağ dirseğinin üzerinde durarak;

-Bizim gerçekten ikinci raundu sevişmemiz gerekiyor Cassius Clay!

dedi.

Bu yanıt keyfimi iyice yerine getirdiğinden;

-Muhammed Ali’nin Müslüman olmadan evvelki adı ile bana seslenerek ne yapmaya çalıştığını fark etmedim sanma. Demek sert istiyorsun ha! Kulak memene elveda de, çünkü benim favori boksörüm Mike Tyson’dır bebeğim!

dedim ve sokak lambalarına minnettarlığımı sunarken ringe doğru koşar adımlarla ilerledim.

(Biterken; "The Beatles-Blackbird" çalıyordu)

Mithat Erdoğan / Nisan 2017


Fotoğraf;
Mithat Erdoğan

Yashica T5
Fujicolor 200

(Mart 2017 / Kars Sokakları - Gece)