28 Kasım 2011 Pazartesi

can sıkıntısı , karbonhidrat, Albert Camus vs...

Hani böyle hiçbirşey yapmadan malak gibi mal mal oturup durduğunuz ve hiçbirşey yapmadan oturmaktan sıkılıp bunun ne kadar aptalca olduğunu farkettiğiniz ve birşey yapmış olmak ve güne bir nebze anlam katmak için eyleme geçtikçe daha da mallaştığınızı ve saçmaladığınızı kabullenmek durumunda kaldığınız günler olur ya (ya da ne bileyim belki bir tek bana oluyordur!) bugün işte öyle bir gündü.

Bu pazar da yine sabah sekiz buçukta uyandım. Sanırım emekli bir TSK mensubu ya da daha genelleştirmek gerekirse otuz beş yıllık kamu hizmeti sonucu emekliye ayrılmış bir devlet memuru kafasına ulaşmak üzereyim. Ne sikime hizmet bu saatte uyanıyorum bilmiyorum ve şikayetçi de değilim. Sanırım tek şikayetim bu durumdan şikayetçi olmamam deyip bir paradoks patlatsam mı diye düşünmeden geçmediğimi de ayrıca belirtmek isterim.

Kalktıktan sonra standart bir kahvaltıyı müteakiben mal mal oturma ve konsantrasyonunu hiçbir aktivitede yirmi dakikadan daha fazla tutamama rekorunu açık ara kırdıktan sonra (Ayfer Tunç'un "bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi"ni okumayı denemek, "The Assassination Jesse James by the Coward Robert Ford" filmini izlemeye yeltenmek, temizlik yapmaya girişmek, farklı şarkıları çalmaya çabalamak saiki ile davulun başına oturmak ve gardrobu düzenlesem mi acaba düşüncesine gark olmak vs...) hiçbirşey yapmamayı kabullendim ve çocukken yaptığım üzere yatağa duvar dibinden sırt üstü yatıp bacaklarımı yukarıya, duvara dayayıp başımın dönmesini bekledim ve bunu yaparken de Ennio Morricone'nin efsanevi spagetti western filmleri müziklerini ıslık ile çalmayı da ihmal etmedim.

Bu şekilde saati ancak üç edebildim ve kalkıp yemek yapmak için malzeme almak ve bol sütlü filtre kahve içmek için Kadıköy'e indim ( ev ile kadıköy çarşı arasında bir rakım farkı mevcut mu emin değilim ama evet indim çünkü belli bir müddet sonra kendimi dağda ikamet eden bir yabani gibi hissetmeye başlamıştım)

Açık hava bünyeme nüfuz eder etmez  dışarıya çıkmanın çok akıllıca bir fikir olduğu konusunda kendimi hızlıca ikna ettim ve ağır aksak adımlar ile yürümeye başladım. Takıntılı bir birey olarak her dışarı çıktığımda yaptığım gibi rotamı kafamda kesinleştirmenin rahatlığı ile sırıtarak ve şarkı söyleyerek boğa heykeline doğru yol aldım.

Dışarısı tabi ki çok kalabalıktı. "Ben ne zamandan beri kalabalıktan rahatsız oluyorum?" başlığı altında kendimi sonuçsuz kalan manasız bir sorguya çektim ve bu esnada alışveriş yapacağım markete vardım. İçerde yine elli farklı alternatifi gözden geçirip kendimi makarna sosu, makarna ve süzme yoğurdun besleyiciliğine emanet ederek ve karbonhidratın anasına avradına küfür edip marketten dışarı çıktım. Kahvemi aldığım yerdeki hatunun gülümseyerek sorduğu "bol sütlü filtre kahve mi?" sorusu ile bir "bana herzamankinden ver joe!"daki "cool"luk ile karışık "Truman Burbank" "sıkıcılığı" hissiyatına haiz olmuş bir şekilde kahvemi yudumlayarak eve dönüş yoluna koyuldum.

Bahariye caddesindeki kalabalığa daha fazla tahammül edemeyip aşağıdaki tenha sokaklara saptım. Aşırı sessiz sokaktan yürürken kendimi en son askerliğim esnasında beş ay süresince nöbette gerçekleştirdiğim bir monoloğun içinde buldum. Kendi kendimi tüm samimiyetimle Camus ve Sartre'ı mezarında ters döndürecek sığlıkta bir ontolojik hesaplaşmaya ve hedef, amaç belirleme seansına maruz bıraktım. Mevzu şu an hayattan sıhhat, afiyet ve huzur dışında maddi olarak ne beklediğimdi.

Eve girmeden evvel en son hatırladığım; belli belirsiz yağan yağmur şiddetini artırmaya başlamadan dışarıda daha fazla kalmamak adına adımlarımı hızlandırdığımdı.

13 Kasım 2011 Pazar

Enteresan bir rüya

Cuma'yı cumartesi'ye bağlayan gece her zamanki gibi uyumak üzere yatağa girdim ve belli bir süre sonra yine her zamanki gibi uyudum. Zaten asıl mevzu da buradan sonra başladı. Uzun zamandır bu kadar acaip bir rüya görmemiştim.

Rüyanın başlangıç sahnesi D.S.İ.'nin Adana'daki yüzme kursunun verildiği sosyal tesislerde geçmekte idi. Yıllar evel yüzmeyi burada öğrenmiştim. Ancak burada bir farklılık vardı. Tek ve vasat bir yüzme havuzuna sahip tesis yok olmuş yerine bir adet yarı olimpik, bir adet çocuk ve bir adet de bebek havuzu olan, havuzların etrafı gayet eli yüzü düzgün bir şekilde yeniden düzenlenmiş yeni bir tesis inşa edilmişti. Bu şaşkınlığımı üzerimden atmam için kenarda duran görevli ile konuştum ve daha sonra tesisin manzarasına bakıp ikna olmuş bir şekilde ve şaşkınlığımı da gizlemeden tesisin yapımında emeği geçen herkesin takdire şayan bir iş çıkarmış olduğunu konuşmakta olduğum görevliye ilettim.

Rüyamın daha sonraki sahnesinde kendimi yine Adana'da ergenlik dönemlerimde takıldığım cafelerin (beş altı arkadaş okul çıkışı gidip tavuk döner yiyip, şalgam-ayran içip, tavla oynayarak ergen muhabbetlerinin dibine vurmaya ne kadar takılmak denirse artık!) olduğu sokakta açılışı yapılan bir barın önünde kız arkadaşım ile beraber buldum. Bir süre sonra sıkılıp kız arkadaşıma eve gideceğimi ve o da sıkılırsa eve gelmesini söylüyordum. O da bana; "Tamam canım ben de bi yarım saate kadar çıkar eve yanına gelirim" diyordu. Daha sonra yoldan geçen bir Topel dolmuşu çeviriyor ve biniyordum.(oradan eve gitmek için yirmi dakika yürümem yeterli olmasına ve Topel dolmuşlarının evimizin yakınından bile geçmemesine rağmen neden Tople dolmuşuna binmiş olduğum ise apayrı bir muamma!)

Dolmuşta biraz gittikten sonra kız arkadaşımdan bir telefon geliyordu ve bir arkadaşına rastladığını, biraz daha içki içip takılacağını ve muhtemelen geç geleceğini söylüyordu. Ben de bunun üzerine sinirlenip; "Adana'yı bilmezsin etmezsin nasıl eve döneceksin geç saatte içkili bir şekilde, hem arkadaşını nereden buldun allasen İstanbul'dan bin kilometre uzakta!? Bekle ben de geri döneyim bari beraber döneriz gece" diyerek dolmuştan iniyor ve karşı istikametten gelmekte olan Topel dolmuşuna atlıyordum.

Bu Topel dolmuşunda bir farklılık olduğu hemen dikkatimi çekmişti. Öncelikle şöförün arkasında sadece iki sıra koltuk vardı ve sonrası ayakta durulması gereken ferah bir boşluktan ibaretti. Ayrıca kıç kadar dolmuşta görev yapan bir muavin vardı. Bu kadar da değil tabii ki, rüyada işler çığrından çıkmak üzere idi. Muavine yol parası olarak 100 TL uzattım. Muavin önce yol parası olan 2 TL'yi 100 TL'den çıkartıp para üstünü bana vermeye muvaffak olamadı. Bunun üzerine adama "sen benlen t.ssak mı geçiyon dayı!?" dercesine bakıp kendisini 98 TL olan para üstü konusunda ikna ettim ve para üstümü aldım. Daha sonra muavin cebinden dışı kadife olan krem rengi eldivenler çıkarıp eline losyon gibi bir şey sürmeye başladı. İyice şok olmuş ve nutkum tutulmuş bir şekilde muavine "hass.ktir" diyen gözlerle bakarak muavinden götün götün uzaklaşmaya başladım.
 
Uzaklaşmaya başladım ama nafile! Dolmuş muavini yanıma gelip ellerimi ellerine alıp ovuşturmaya başladı. "Abi napıyon sen ya bi s.ktir git allasen!" diye tepki gösterdiğimde bana rüyanın en vurucu sahnesi olan anı; "Kurban bayramı boyunca yol parası olarak 20 TL'den büyük banknot veren müşterilerimize Dolmuşçular Federasyonu'nun kesin talimatları uyarınca hediye olarak el masajı veriyoruz abi" cevabını vermek sureti ile yaşattı ve beni dumurlardan dumurlara sevk etti.

Bir hışımla minibüsten indiğimde yoldan tekrar karşıya geçtim ve kaldırım kenarında duran ve arkasına karpuz yığılmış at arabasına dikkatlice baktığımda bu arabanın babam ile yıllar evvel lunaparka gitmiş olduğumuz bir yaz akşamı lunapark çıkışı arkasına atlayıp mahalleye geldiğimiz at arabası olduğunu farkettim ve gülümseyerek yanından ilerledim. Biraz ilerde "Boztuğlar Kuruyemiş"in önünde 20 sene önceki halimi babamın 20 sene önceki halinin yanında durmuş sırıtarak taze kuruyemiş alırken görünce artık şaşırmamıştım. Kendi kendime "ne güzel akşamdı lan!" dedim ve yoluma devam ettim. Daha sonra da uyandım...

Biterken "Rilo Kiley - Don't deconstruct" çalmakta idi

9 Kasım 2011 Çarşamba

Herhangi Bir İş Günü (Vol 1)

Vapurdan inmek için sıfır nezaket göstererek ve adeta birbirlerini ezercesine çıkışa yönelen insanlara her sabah olduğu gibi bu sabah da şaşırmaya devam etmekte idi. Bir çoğundan bir hayli tiksinerek içinden "Sanki işe gitmiyor da karnavala gidiyorsunuz s.k kafalı yavşaklar, bok var değil mi bu kadar acele edecek!" diye söylendi ve her seferinde; "acaba kaç seneliktir bu ebesi s.kilmiş tahta iskele?" dediği, vapura atılan rengi solmuş, kenarları yıpranmış ve iki tarafındaki demirlerinin boyası kalkmış, hatta yer yer paslanmış tahta iskelenin üzerinden değil de yanından geçip uzun bir adım atarak vapurdan indi.

Kulaklıklarını takıp eskiden tütün fabrikası olan arsada halen devam etmekte olan otel inşaatında çalışan işçilerin bir anlık dalgınlığı sonucu inşaattan düşürecekleri herhangi bir inşaat malzemesinin üzerinde onarılması mümkün olmayacak kallavi bir hasar bırakmaması adına yolun diğer tarafına geçti. Müzik dinleyerek ve sağına soluna bakınarak ilerdeki ışıklara doğru yürümeye başladı. Az evvel vapurdan büyük bir azim içerisinde gerçekleştirdikleri itiş kakış sonucu iskeleye herkesten evvel ayak basmak sureti ile günün ilk zaferine muvaffak olmuş bazı s.k kafalıların hızla yürümeye devam ettiğini, bazılarının ise vapurdan indikten hemen sonra sigara yakıp aşırı yavaş bir şekilde yürüdüklerini gözlemledi ve suratında aniden azami asabiyete sahip bıçak gibi keskin bir gülümseme beliriverdi.

Işıklara vardığında yine "bu sabahki; hayatımı öğlene kadar idame ettirmemi sağlayacak ve işlerimi hallederken kafamın durmasını önleyecek kahvaltım ne olsa ki?" sorunsalı ile karşı karşıyaydı. Aslında ne yiyeceği belli idi. Patatesli açma veya peynirli poaçaya eşilk eden az yağlı kutu süt. Suni problematikler oluşturup suni stresler yaratmak ve sonra bu suni problematikleri en başından beli kalıp çözümler üretmek sureti ile yaratmış olduğu suni stres ile beraber alt etmek çok fazla hazettiği ve hatta nerede ise bağımlı olduğu şehir nimetlerinden sadece birisi idi!

Ofisinin olduğu plazanın yer aldığı caddedeki yokuşu üç buçuk hafta önce sigarayı bırakmış olduğu için eskisine nazaran daha tahammül edilebilir bir ızdırap ile, ağır ağır çıkmaya başladı.  Her sabah adeti olduğu üzere Plaza'nın eksi ikinci katındaki klostrofobik ve iç karartıcı holde asansor beklemek yerine plaza binalarının hemen yanında, dışarıdaki merdivenleri kullanarak; eski deyişle zemin, ama özenti, ezik ve çemçük ağızlı plaza çalışanları tarafından herkeste teamül haline gelmiş deyiş ile "lobby"ye yönelirdi.

"Önümde zaten yeni ve uzun bir iş günü var iken o kıç kadar eksi ikinci katta terleyerek asansör beklemem. İşim olmaz. Benim de prensiplerim var" dedi ve acı acı güldü. Birden "üniversiteyi bitirdikten sonraki beşinci yılıma girdiğim şu günlerde elimde prensip niyetine kala kala bu mu kaldı ki lan acaba?" diye işkillendikten hemen sonra; "a.ını, ırzını, sabahını, akşamını s.ktiğimin!!" şeklinde ve fuzuli yere, öylesine boşluğa küfürler yağdırarak dışarıdaki merdivenlere yöneldi...

3 Kasım 2011 Perşembe

İstismar İzni

Çok güzel "keşke"lerim var
bakmak istemez misiniz?
Farklı formlar ve tonlarda
yüzlerce çeşit pişmanlık...

İç içe geçmiş teori ile pratik
hediyem olsun size.
O da adetten değil de,
ayağınız alışmasın diye.

Bitti mi? tabii ki bitmedi
iki tane ikilem alana
üçüncüsü de bedava.
Dur be vatandaş, hemen kaçma!

Mithat Erdoğan 2011
 Kadıköy / İstanbul

(Çıkış noktası; şehir hatları vapurunda artık eskisi kadar rastlamadığımı farkettiğim pazarlama dehaları seyyar satıcılardır ve bende depresif ve sinirli iken oluşan halet-i ruhiyenin nevrotik mahsülü olarak tamamlanmış olan bir şiir denemesidir!)

Biterken "The National - Anyone's Ghost" çalıyordu

http://grooveshark.com/#/search?q=anyone%27s+ghost

flickr'da bulmuş olduğum, anyone's ghost şarkısına ilişkin özgün ve başarılı bir görsel