26 Haziran 2012 Salı

Haziran'ın Sonunda Adana'da Yarı Otobiyografik ve Bir Grip Hikaye!

Anne (A): Su iç bol bol
Ben (B) : Karnım şişti yeter.
A: İç iç, iyi gelir
B: Yahu şiştim diyorum, kusacam ne suyu ya
A: Hapını ne zaman içmiştin vereyim mi bir tane daha?
B: Anne hapçı olacam yeter yeni içtim. Gripten kurtulacam ama elimde poşet, çeke çeke gezeceğim evin içinde bayık gözlerle; "bi sigara versene abi" diye tinerci misali
A: Apık sapık konuşma
B: Hastayım ya ondandır.
A: Ihlamur mu yapsam bir bardak daha?
B: Anne valla bileklerimi o bitkilerin çer çöplerinin saplarıyla kesecem  bana yeni bir önerme ile daha gelirsen! Bi bırak beni hastalığımla başbaşa, antikorlara konsantre olayım vs...
A: Sen geç bakalım dalganı...

1 saat sonra ben odamda film izlerken Anne kapıda belirir, elini girişe dayamış bir şekilde;

A: Nasıl oldun?
B: Hafif melankolik, hafif neşeli garip bir moddayım, Wong Kar-wai'nin filmlerinin böyle bi atmosfere sahip olduğunu okumuştum bi yerde, tespit doğruymuş.
A: ?! Onu mu soruyorum ben?
B: Bilmem :)
A: ...
B: Daha iyiyim ya tamam. İç güveysinden halliceyim. Bir kahve yapsan da neşemizi bulsak ?
A: Gel balkonda içelim o zaman, hem temiz hava almış olursun
B: Temiz ve sıcak hava
A: Yok balkon serin valla tatlı bir esinti var.
B: Şu üstümdekini de çıkarıp sadece t-shirt ile mi gelsem o zaman ?
A: Ondan sonra bana şikayet etme ama niye geçmiyor bu grip diye burnuna dayayınca ıhlamuru, tylol hot'ı!
B: Arkadaş tüm sene çalış, yıllık izinde grip ol yazın ortasında, denizin kenarında soğuk içeceklerle serinlediğin bi tatil düşlerken balkonda annenle Türk kahvesi iç!
A: Ne varmış? bizimlesin işte, beğenmiyor musun?
B: İlk alternatifte de sizinle olacaktım anne, mağduriyet edebiyatı yapma şimdi hemen.
A: Bak dinleniyorsun hem mis gibi evde.
B: Senin budist bir keşiş olabileceğinden şüpheleniyorum bazen biliyor musun anne?
A: Budist mudist diye konuşma benle!
B: Panteist nasıl peki mesela? :))
A: Tövbe tövbe...
B: Antikonformist ve reailst ?!
A: Eşşeğin ... İlla bunu duyman lazım değil mi ?!
B: Hahahhahahahahhahah


Biterken ; Explosions in the sky -your hand in mine- çalmaktaydı...


Haziran 2012 Adana



4 Haziran 2012 Pazartesi

36 poz tekmili birden

Arkadaş kurbanı kahramanımız üniversiteye giden yirmili yaşlarında bir genç.

Action! diyor ve olaya giriyoruz;

Kahramanımız bir gün evde otururken okuldan bir arkadaşı geliyor. Biraz sohbet ettikten sonra arkadaşı ; "işin yoksa benimle gel de fotoğrafçıya gidelim benim fotoğraflar vardı çektiğim, onları alacağım" diyor. Kahramanımız da yapacak daha iyi bir işi olmadığı için kabul ediyor ve fotoğrafçıya doğru yola koyuluyorlar. Yolda havadan sudan sohbet ediyorlar falan filan. Fotoğrafçıya yaklaştıklarında olaylar gelişiyor...

Fotoğrafçı, kahramanımızın arkadaşını uzaktan görür görmez hızla dükkana giriyor. Kahramanımız mevzudan bihaber olduğu için bu durumu garip karşılamıyor. Fotoğraf dükkanının sahibi içeriden yine bir hışımla çıkıyor ve elinde normal sayılabilecek  bir ebatta bıçak  ile kahramanımız ve arkadaşına doğru küfür ederek koşmaya başlıyor. Kahramanımız ne olduğunu anlayamadan, arkadaşı "kaç oğlum kaç" diyor ve koşmaya başlıyorlar. Kahramanımız; "lan oğlum niye kaçıyoruz naptın lan adama" filan fıstık diyerekten depar halinde iken kovalamacanın ve adamın asabiyetinin nedenini öğrenmeye çalışıyor ama nafile. Fotoğrafçı adam arkada kahramanımız ve arkadaşı önde kovalamaca iki - üç dakika devam ediyor ama kahramanımız ve arkadaşı yirmili yaşlarında fotoğrafçı adam ise kırklı yaşlarında olduğundan bir süre sonra izlerini kaybettiriyorlar. Bir iki dakika soluklandıktan sonra kahramanımız, arkadaşına; "lan oğlum anlatsana adam bizi neden kovaladı lan" diye ısrar edince, arkadaşı mevzuyu anlatıyor;

- oğlum adama banyo ettirdiğim fotoğraf filmi vardı ya
- ee?!
- o filmde tam 36 poz resmin tamamında "benimki" vardı
- ne demek lan "seninki" adam gibi anlatsana!
- lan oğlum s.kimin 36 poz fotoğrafı vardı işte
- ...
- ...
- oğlum sen ciddi misin?
- evet
- hadi buyur!
- canım sıkılmıştı, fotoğraf makinesini aldım ve benim dalganın 36 farklı fotoğrafını çektim.
- 36 farklı?!
- önden, yandan, arkadan, sağdan soldan, suyun içinde, farklı renklerde sulu boya ile boyanmış vs...
- senin ben kafanı s.kiim
- :)
- :)
- napiim lan canım sıkılmıştı.
- e oğlum beni niye sürükledin lan yanında? mal mısın sen?
- ne biliim lan korktum.
- lan korktun da bana da anlatsaydın bari.
- s.ktir lan! anlatsam hayatta gelmezdin
- o da doğru.
- ulan resimleri de alsak iyiydi de alamadık. Ben belki resimlere bakmamıştır diye düşünmüştüm
- lan s.ktir git bakmazmış! oğlum sen hakikaten sapıksın lan, hayır resimleri alsan ne yapacaktın onu da merak ediyorum ama sormak istemiyorum!
- anı olurdu oğlum işt...
- lan sus anını s.ktirtme şimdi!! Adam bizi yakalayıp g.tümüzden bıçaklasaydı görürdün anıyı. sende s.ke sürülecek akıl yok yemin ediyorum.
- :)
- gülme lan!!  :)
- e sen de gülüyon!
- sinirim bozuldu amk!
- yürü hadi biyerde bişeyler içelim.
- içelim amk! o değil de bu semtin civarına hayatta uğrayamayız daha uzun bir müddet.
- :)
- bak hala gülüyor sıfatını s.ktiğim!

Not: Bu olayın hemen hemen tamamı, çok sevdiğim biri tarafından gerçekten yaşanmıştır. Bu anıyı -abartısız- her hatırladığımda gülümser, hatta zaman zaman sesli gülerim. 


Biterken; "Panic at the disco - From a mountain in the middle of cabins- çalmakta idi...

Kodak, Kodak olalı böyle eziyet görmemiştir

3 Haziran 2012 Pazar

5 adet Tekel 2000 ve 1 adet John Lennon

Kimlik kartımı çıkışta görevliye teslim ettim. Sürgülü kapıyı açtım ve basamaklardan hızlıca inip, okula gitmek üzere Bağlarbaşı istikametine doğru seğirttim. Capitol alışveriş merkezine kadar hafif eğimli olan yolu katedip İlahiyat fakültesi Cami'nin köşesinden sola dönüp henüz bitirmiş olduğum peynirli açma ve kutu vişne suyundan ibaret kahvaltımın üstüne Mehmet'in Hakkari'den getirdiği tabakaya koyduğum beş adet Tekel 2000'den birini yaktım. Üzerimdeki genel can sıkıntısı bok gibi bir ifade şeklinde yüzümde belirmişti. Ortası dolu bir simit ebadındaki emektar CD çalarımı çantamdan çıkartıp Mavi Sakalın "günler" şarkısını dinleyerek rotama devam etmek üzere yürümeye devam ediyordum.

Teknik olarak kışı bitirmiş ve bahara giriş yapmıştık ancak hava geniz yakacak derecede soğuktu. Bıçak gibi keskin bir ayaz vardı ve burnum hafiften akmaya başlamıştı. Üzerimdeki beş adet cebin tamamında da yüzde yüz bir isabet oranı ile sümüklü mendil avuçlayınca yeni bir kağıt mendil edinmem gerektiği kanaatine varmış idim.

Bu esnada Çarkıfelek Pub'ın önündeki şiş suratlı ve büyük kırmızı burunlu amcayı fark ettim. Önündeki boş meyve suyu kolisinde kağıt mendil paketleri mevcuttu. Sigaramı söndürdüm, yanına gidip bir paket mendil dedim ve 1 TL uzattım. Amca parayı aldı, kağıt mendilimi verdi. Ancak hiçbir şey yapmadan ya da söylemeden elinde 1 TL ile kafasını önüne eğmiş beklemeye devam ediyordu. Üç beş saniye bekledikten sonra

- Amca bir paket mendil ne kadar? dedim.
- Eee 25 kuruş. Bir paket mendil 25 kuruş
- Tamam o zaman paramın üstünü ver de gideyim.
- Ne kadar vermiştin ki?
- E elinde ya verdiğim para
- ...
- Dayı 1 TL var ya işte elinde kör müsün?!

dedikten sonra hemen yanımızdaki iki tipin suratıma boka bakar gibi baktıklarını fark ettim ve amca kafasını yüzüme doğru kaldırınca amcanın görme engelli olduğunu sonunda anlayabildim.

-Şey, özür dilerim. İstemeden oldu valla. Dedim.
- Önemli değil.

Amca anlayışlı bir şekilde gülümseyerek önemli değil dedikten sonra kendi kendime ; "ebeni sikeyim senin ben sabırsız pezevenk!" diye söylenerek hızlı adımlarla Aslı Börek'in önünden karşıya geçtim. Otobüs durağına yönelmedim çünkü Üsküdar'a kadar yürümeye karar vermiştim.

Normalde, okulda öğle yemeğinin ardından Süleymaniye Camii'ni karşıma almış şekilde çimlere yayılmış iken içmeyi tasarladığım ikinci Tekel 2000'i zerre tereddüt etmeden yaktım ve sallana sallana yürüyüşüme devem ettim. Maçın ilk beş dakikasında üç gol yemiş ve yaşadığı şok dalgasını atlatamamış bir takımın neyi yanlış yaptığını anlamaya fırsat bile bulamamış oyuncularının sahada gezinmeleri gibi amaçsız bir şekilde yürüyordum. Sabah yataktan kalktığımda periyodik olarak yinelenen gelecek kaygısı ve yaşadığım hayata dair memnuniyetsizliğim kendimi mağdur hissetmemi meşrulaştırırken -ki zaman zaman bundan garip bir haz aldığımı bile söyleyebilirim- şimdi siktiriboktan şeyleri kendine dert edinen tatminsiz şımarık biri gibi hissediyordum. Bir birahanenin önünde mendil satan görme engelli bir adam kendisine "kör müsün?" diyen birine bile anlayışlı bir biçimde gülümseyerek cevap verirken ben ne sikime dert sahibiymiş gibi ortalarda geziniyordum ki? Daha yirmi iki yaşındaydım ve üniversiteden mezun olmama bir sene vardı.

Üsküdar'a ulaştıktan sonra Eminönü vapuruna bindim. Vapurdaki büfeden çayımı almış arka taraftaki açık kısma geçmek üzere yürürken geçen hafta Mehmet'in bahsettiği meczup amca'yı gördüm. Daha doğrusu gördüğüm amca Mehmet'in tarifine birebir uymaktaydı. Elindeki çay bardağını sıkarak kıracakmış gibi tutuyor, kafasını sağa sola hızlıca çevirerek birisini arıyormuş gibi sağa sola bakınıyor ve kafasına diktiği ancak yutmadığı için ağzından aşağı bilmem kaç aylık sakalına ve neredeyse param parça olmuş kıyafetlerine yayılan çay damlalarından hoşnut bir biçimde gülümsüyordu. Evet bu oydu. Mehmet bu sahneyi betimleyerek anlatırken de çok gülmüştüm ama şu anda kahkaha atmak üzereydim ve nitekim kendimi kontrol edemeyerek kahkahayı bastım. Kahkahamı duyan amca bana doğru yöneldi ve o da sesli bir şekilde kesik kesik gülmeye başladı. Daha sonra eli ile yaptığı evrensel "bir sigara bağlasan be hacım" işaretini mimikleri ile de destekleyerek iyice yanıma yaklaştı.

Tabakada kalan üç adet Tekel 2000 sigarasının birini amcaya verdim, birini de ağzıma koydum ve dışarıya çıktım. Hiç adetim olmadığı halde iki saat içerisinde üçüncü sigaramı içecektim. Tabakada kalan ve okuldan dönerken Eminönü- Kadıköy vapurunda içmeyi tasarladığım son Tekel 2000'e bakıp ; "Eee Mithat efendi, şimdi akşama kadar sigara içmeden mi duracaksın? Zira akşama kadar olan istihkakının köküne kibrit suyu dökmüş bulunmaktasın" dedim. Milan Kundera'nın "Gülünesi Aşklar" kitabını çantamdan çıkarıp kaldığım yerden okumaya başladım.

Sabah, herhangi bir planım olmadığı için yaşadığım gelecek kaygısı ile hepsini nerede ve ne zaman içeceğimi planlayıp tabakaya koyduğum beş adet sigaranın iki saat içerisinde neredeyse bitecek olması arasındaki korelasyonu kurabilecek, daha doğrusu bunun ne anlama geldiğini idrak edebilecek kadar olgunlaşmak için sanırım beş ya da altı yıla daha ihtiyacım vardı.

Şimdi yirmi sekiz yaşındayım ve o günü anımsayınca kendi kendime "Ne güzel demiş John Lennon"* diyorum.

*Hayat siz başka planlar yapmakla meşgulken başınıza gelenlerdir. (Life is what happens to you while you're busy making other plans)

Biterken, The Kinks -Strangers- çalmakta idi.

3 Haziran 2012 Pazar Saat 01:12

26 Nisan 2012 Perşembe

Arkadaşım Şeytan

Son birkaç gündür filimadamı.com'a fena sardım tekrar. Kafama göre filmden filme atlayarak gezerken bu filme denk geldim ve Atıf Yılmaz-Mazhar Alanson- Fantastik senaryo kelimelerini görünce gözlerim parladı. Bir şekilde filme hemen ulaştım ve ertesi gün izledim. 

Bir kere izlerken zerre sıkılmadım ve çok keyif aldım. Filmle ilgili yorumları okurken farkettiğim üzere çoğu insan gibi Hazzopulo geçidindeki uzun sahne özellikle çok hoşuma gitti. O geçitin bende çağrışımı üniversitedeyken okuldan çıkıp, otobüse binip TRT durağında inerek İstiklal caddesi'ne çıktığım geçit olmasının yanı sıra akabinde caddenin Tünel istikametine doğru yürüyüp cebimde yeterince param varsa Koskadan eser miktarda 100 gr lokum alıp götürdüğüm ve üstüne sigaramı yakarak sonlandırdığım Tarık Zafer Tunaya Kültür merkezi yolculuklarımdır. O yolculuğun sonunda ise çoğu zaman Tarık Zafer Tunaya'da izlediğim güzel bir film mevcut olmuş vehatta içimdeki sinefilinin temelleri o zamanlar atılmıştır. 


















Mazhar Alanson'un o sahnede icra ettiği "doldum doldum" şarkısını ise ayrıca sevmemin yanı sıra filmin ilgili sahnesinde, Şeytan rolündeki Ali Poyrazoğlu görünmeden evvel duyulan kedi miyavlaması sesi ve kucağındaki kedi de şu sıralar okumayı kafama koyduğum Mikhail Bulgakov romanı "Usta ve Margarita"ya gönderme yaptı ve suratımdaki aptal memnuniyet ifadesinin katlanarak artmasına sebebiyet verdi.

Filmi izlerken kendimle ilgili farkına vardığım başka bir husus ise filmin 80lerin sonunda çekilmiş omasından mütevellit sahip olduğu teknolojik yoksunluk ortamının beni ziyadesi ile sevindirmiş ve hoşuma gitmiş olması idi. Tamam her zaman teknoloji ile mesafeli olmuş hatta teknolojiye inceden uyuz olmuş ve ürkmüşümdür. Teknolojik gelişmenin logaritmik olarak ilerliyor oluşuna sövmüşlüğüm bile vardır, bunu yadsıyacak değilim. Ama kendimi "aha cep telefonu yok", "aha gazete binasındaki bilgisayarlar acaip eski model", "aha trafikte fazla araba yok, olanlar da manda kasa mercedesler ve murat 131ler", "aha unkapanı hala revaçta demek ki kasedin ebesini henüz s.kmemiş cd ve mp3ler" şeklindeki küçük nüanslara her tepki verişimde mal bulmuş mağribi gibi sevinmem ve tatmin olmam benim için bile kendimi daha iyi tanımam ve muhafazakarlığımın boyutlarını idrak edebilmem adına çığır açan yeni gelişmeler oldu.

Filmde içinde şeytan geçen muhtelif atasözleri üzerinden yapılan espriler, abartıya kaçmayan sade oyunculuklar, kara mizah unsurunun gayet tadında ayarlanmış dozajı, şeytana daha evvel ruhunu satanların yer aldığı portfolyoda Turgut Özal'ın da (ki dönemin başbakanıdır efendim) bulunması ve MFÖ'nün Ö'sü Özkan Uğur'un da bir zamanlar saçlı ve göbeksiz oluşunu gözlemleyebiliyor olmanız son olarak ise şeytan'ın bile kadınlar söz konusu olunca ayarsız olabilmesi ve "kadınları ben de çözemedim" demesi filme dair sevdiğim diğer detaylardı. Tek hoşuma gitmeyen şey ise sanırım şeytan'ın kahramanımıza mucizelerini sergilerken vücut bulmasını sağladığı gelinlik giymiş mankeni canlandıran Yaprak Özdemiroğlu'nun ağdalı ve aşırı teatral olmaya çalışırken zaman zaman gülünç bir hal alan oyunculuğu oldu. (ki kendisini beğenirim normalde)


plastik manken kadın: temizlik çamaşır ütü ille de yemek, bir kadın başka ne isteyebilir hayattan
fatih (kahramanımız): kusura bakmayın ama şu işin de bir ortalamasını tutturamadınız.
şeytan : sen nasıl bir kadın istediğini biliyor musun ? 

:)



biterken, 

Tom Waits -Downtown Train-

çalıyordu.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Önyargı

Önyargılı olmanın zaman zaman çok keyifli olduğu kanaatini taşımaktayım. Evet, belki sürekli ön yargılı olmak biraz sığ bir davranış şekli ama bence insan hassasiyet göstermeyebilme inisiyatifine de sahip olmalı!
İnsan yıllar boyunca, hoşuna gitmeyen bir haber aldığında direk çirkinleşebilmiş bir varlıktır. Buna verilen tepki de mütemadiyen ön yargı barındırmıştır. Tabi ki soğukkanlılıkla tepki vermek sureti ile herhangi bir nefret krizi çerçevesinde ön yargıya kapılmadan durumu aklıselim şekilde değerlendirebilmek bir erdem, ama kendimizi kandırmayalım, çoğumuz çoğu zaman o kadar da erdemli olamayabiliyoruz. 
Bir de olduğu hali maskeleyerek ikinci ya da üçüncü şahıslara şov yapmak maksadı ile erdemli imiş gibi davranmaya çalışan insanlar var ki işte bence iki yüzlülük ve ön yargıdan bile daha beter olan da bu. Tabi her soğukkanlı davranıp ön yargılara kapılmadan tepki verebilen insan ikiyüzlüdür ön yargısı içerisinde bulunmadığımı da burada bir parantez açarak belirtmek isterim!
Ayrıca önyargılı olmanın içerisinde birden fazla unsur barındırabileceği gerçeği var. Gerçi birden fazla unsurlardan olumlu olanlara da önyargı diyebilir miyiz onu bilemedim şimdi, yani emin değilim. Mesela bir konu ile ilgili geçmişteki deneyimlerimiz ya da kulaktan dolma malumatlarımız sebebi ile olumlu bir kanıya sahip isek bu da ön yargı değil de sanki peşin hüküm olarak nitelendirilmeli gibi geliyor! Bilemiyorum belki de ön yargılı olmak ile peşin hükümlü olmak aynı şeydir diyeceğim ama yargı-hüküm karşılaştırmasına girince sanki olmaz gibi ama ola da bilir gibi geliyor. Değişik duygular içerisindeyim şu an bu konuyu daha fazla uzatmayacağım.
Farzı misal vermem gerekirse; bu hafta çalışmakta olduğum plazanın önündeki iki adet lüks restoranın iç kısmının ve bahçesinin nerede ise tamamen yandığını duyduğumda; “Eğer çalışan personelden birisine bir şey olmamışsa çok da sikimde olmaz. Zira müstahak o gösterişçi kodamanlara ve gösterişçi kodamanlar ve üç kuruş para ile çalıştırdıkları personel sayesinde ense kalınlıklarına katkıda bulunacak sermaye birikimini oluşturabilen mekân sahiplerine. Zaten kesin daha fazla kar edebilmek için gerekli güvenlik önlemini almamış ve yangının çıkmasına da mekan sahipleri sebep olmuştur” dedim.
Şimdi mesela bu önyargı “bence” sağlam temellere ya da verilere dayanmasa bile benim mekân sahipleri için üzülmememin kendimce haklı gerekçeleri var ve en önemlisi; son tahlilde; bu önyargı sadece beni bağlayan ve başkalarına etkimeyen bir önyargı.











Ama içinde ırkçılık ya da nefret söylemleri barındıran ve bir hayli yıkıcı bazı önyargılar olduğunu ve bu önyargıların çoğu zaman başkalarını incittiği gerçeğini de yadsımıyorum. Ha ülkemizde bir de belli mevkilere gelmiş ve sağduyu sahibi olmaları gerekirken kendilerince popülist bir şekilde herhangi bir konu üstünde lambır lumbur cahillikle bezenmiş ve zerre hümanizm ya da sağduyu barındırmayan saf önyargının feriştahı ile konuşan bireyler var ki bu sanırım yazımın konusu olan önyargı ile değil de “İnsanlığa Giriş” konusu ile ilişkilendirilmeli!