Newton'un kafasına
meyvesini düşüren
malum ağacın altında
kalemim ağzımda
ellerim ceplerimde
gökyüzüne bakınırken
kafamın içinde
bir ton yazılmamış cümle
sırasını beklemekte
ve bilinçaltımın derinliklerinde
açık pencerenin önünde
uzun uzun seviştiğimiz
o sessiz gece
her akşam olduğu gibi yine
kapalı gişe gösterimde
idi.
Mithat Erdoğan
Temmuz 2015 / Fethiye - Kayaköy
Biterken ; "Kalben - Sadece" çalıyordu.
27 Temmuz 2015 Pazartesi
Hararet
Serin bir temmuz akşamı
şekersiz içtiğim bilmem kaçıncı
çayımın yanına koyduğun
ikili küp şekerin
ambalajındaki "t" harfi
bir türlü faktitif* olamayışımı
alnıma vurmuş
ve "üfle!" demişti.
--------------------------------------
Faktitif*: ettirgenlik / oldurganlık eki olan "t"nin dilbilimindeki adı.
Mithat Erdoğan
Temmuz 2015 / Fethiye Kayaköy Sanat Kampı
Biterken ; "Cults - You know what I mean" çalıyordu...
şekersiz içtiğim bilmem kaçıncı
çayımın yanına koyduğun
ikili küp şekerin
ambalajındaki "t" harfi
bir türlü faktitif* olamayışımı
alnıma vurmuş
ve "üfle!" demişti.
--------------------------------------
Faktitif*: ettirgenlik / oldurganlık eki olan "t"nin dilbilimindeki adı.
Mithat Erdoğan
Temmuz 2015 / Fethiye Kayaköy Sanat Kampı
Biterken ; "Cults - You know what I mean" çalıyordu...
16 Temmuz 2015 Perşembe
Kaynama Noktası
Lojmanın
bahçesindeki çam ağaçlarının altında oturuyorduk. Altıgen şeklindeki beton
piknik masalarından birindeydik. Gölgeye sığınmıştık. Güneş en tepeye çoktan
varmıştı. Hava giderek daha da ısınıyordu. Okul uniformasının kumaş pantalonu
içerisindeki bacaklarımın terlemeye başladığını damla damla hissedebiliyordum.
Öğlen aralarındaeve gidip yemek yememi sağlayacak izin belgemle okul
bahçesinden çıkıp lojmana girmiştik. Çok kolay olmuştu. En azından bu kısmı…
https://www.youtube.com/watch?v=UYa6gbDcx18
Sean: Hey, Will? I don't know a lot. You see this? All this shit?
[Holds up the file, and drops it on his desk]
Sean: It's not your fault.
Will: [Will shrugs] Yeah, I know that.
[Will averts his eyes to the floor]
Sean: Look at me son.
[Will locks eyes with Sean]
Sean: It's not your fault.
Will: [Will nods] I know.
Sean: No. It's not your fault.
Will: I know
Sean: No, no, you don't. It's not your fault.
[Sean moves closer to Will]
Sean: Hmm?
Will: I know.
[Will stands up, trying to keep distance]
Sean: It's not your fault.
Will: Alright.
Sean: It's not your fault.
[Will closes his eyes, he's fighting for control]
Sean: It's not your fault.
Will: Don't fuck with me.
[Will shoves Sean back]
Will: Don't fuck with me, Sean, not you!
Sean: It's not your fault. It's not your fault.
[Will breaks into sobs. They hug]
Sean: Fuck them, ok?
Lojmanın
bahçesinde yemek yiyor oluşumuzu panik içinde tasarlamıştım. Evde yiyemezdik.
Eve yaklaşık altı ay evvel icra memurları gelmişti. Bazıları alabildiğini
almış, diğerleri ise götlerine baka baka geri dönmüştü. Evde bir takım eşyalar
kalmıştı. Bir takım eşyalar ve dört kişilik çekirdek ailemiz güzel bir ekip
olmuştuk. Ben nerdeyse bomboş kalmış salonu kendime oda olarak tahsis etmiştim.
Salonda yaşıyordum. Bu kadarını bilmen gerekmezdi. O yüzden seni bahçede
ağırlamaya karar vermiştim.
Sulu yemek yeme
niyetindeydik ama annemin lahmacun yaptıracağı tutmuştu. Eve haciz gelmiş olsa
da arada böyle çılgınlıklar yapıyorduk diyerek mağdur edebiyatı yapmayacağım.
İstesem yaparım ama yapmayacağım. Zaten yeterince mağdurdum. Bahçede oturmuş
lahmacunlarımızı yiyorduk. Yukarıda kocaman bir odam vardı. On yedi
yaşındaydık, senden hoşlanıyordum ve evde kimse yoktu ama dalgın gözlerle çam ağaçlarının
altındaki pürlere bakıyordum. Eteğinin altına giydiğin kolej ayakkabıların ve
baklava desenli çorabınla güzel bir kontrast yakalayan pürleri inceliyordum.
Odam olduğunu
iddia ettiğim salon açısından bakınca da trajik bir durumdu aslında. Yetişkin
insanların çocuklarıyla yaşadığı bir evin en seçkin odası olması, misafirler
ağırlanması, büyük sofralar kurulup pek muhterem misafirler ağırlanırken şen kahkahaların
atılması gereken kocaman bir odada on yedi yaşında bir ergen erkek ikame
etmekteydi. Odanın misyonundan mahrum bırakılmasını, statüsünü sürdürememesini
geçtim, son altı ayda içerde çekilen otuzbirin haddi hesabı yoktu! “Mutsuz bir
mastürbatörün meskeni” Odaya isim koymam gerekse bu ismi koyardım.
Olur da eve
girmemiz gerekirse diye salonun kapasını kapatmış ve hatta kilitlemiştim.
Tedbirliydim. Seninle başbaşa kalmak için yırtınmam gereken odanın kapısını
kilitliyordum. Garip bir histi. Ama garip hislere son altı aydır aşina
olduğumdan çok da üzerinde durmamıştım.
Eve gelirken yolda çok aç hissediyordum ama beş yıllık kalkınma planı
üzerinde çalışıyormuşcasına, sosyopatça hareketlerle ve panik içerisinde önlem
almak tüm keyfimi kaçırmıştı. Yemek yiyebilecek durumda değildim.
Manevi olarak
birşeyler saklamayı boşversenize, esas insanın fiziksel olarak birşeyler
saklamak durumunda kalması çok yorucuydu.Benim sakladığım şey ise kırk beş
metrekarelik bir odaydı. Abra kadabra ile olacak iş değildi, zaten sihire
inanmıyordum. Maksim Gorki’nin “Ekmeğimi Kazanırken” kitabının kahramanı çocuğa
inanmak için ise bir sürü gerekçem vardı. Alın ve okuyun ne demek istediğimi
anlarsınız. Şimdi uzun uzun anlattırmayın canım kitabı bana burda.
Dalgın bir
şekilde karşında oturmam dikkatini çekmişti. “Noldu neyin var, ne düşünüyorsun?” demiştin. Hemen yanımızdaki
tahta masa gözüme çarptı ve üzerindeki kocaman oyuğun nasıl oluştuğunun
hikayesini mekanik bir şekilde anlatmaya başladım. Üç dört sene evvel yaz
tatilinde can sıkıntısından dört beş erkek bir araya gelip kumpir yapmak
istemiştik. Kim olduğunu şimdi anımsayamadım ama közlendiği için kapkara olmuş
bir patates sanıp koca bir kömürü masaya bırakmıştı içimizden biri. Tahta masa
erimiş ve büyükçe bir oyuk açılmıştı. Konuyu dağıtmaya çalışıyordum ve bu gibi
durumlarda kullanabileceğim en az on beş – yirmi tane hikayenin olduğu bir
muhitteydik. Konu dağılmıştı. Rahatlamıştım.
Yemek yiyor gibi
yapmaya başlamıştım. Üç tane çeyrek limon yiyip bir lahmacunu yarısına kadar
kemirdim. Seni izliyordum. İştahlı bir şekilde lahmacun yerken bile seni çekici
bulduğumu farkettim ve bu durumu çok çabuk kanıksadım. Sağ elinle lahmacunu
tutuyor, sol elinle ise ikide bir burnunun ucuna düşen yuvarlak gözlüklerini
eski yerine, yukarıya doğru ittiriyordun. Çıkık elmacık kemiklerin ve incecik
kaşların her bir lokmanın serim, düğüm ve çözüm aşamasında senkronize bir
şekilde yukarı aşağı hareket ediyorlardı. Önündeki melamin tabakta maydanoz
kalmadığını farkettim ve tabağımdaki maydanozları sana hibe ettim.
Yemek sonrasında
ellerimi yıkamamız gerekiyordu. Çalışmadığım yerden kazık bir soru gelmiş de
önümde sınav kağıdı varmış gibi beton masanın yüzeyine bakakaldım. Önümde iki
seçenek vardı. Ya bahçe hortumuyla elimizi yıkamamız için bekçiden gidip göl
suyunun açıldığı vananın erişimini sağlayan anahtarı talep edecektim ya da risk
alıp yukarıya eve çıkacak ve salona bulaşmadan banyoda bir şekilde eimizi yıkayacaktık...
Çok yorulmuştum. Çok mutsuz hissediyordum. Kendi kendime; “sikerler!” dedim ve yukarı eve çıktık.
Eve çıktık, sana
bahsettiğim o Madam Bovary kitabını hatırlayacağın tuttu ve bir şekilde odama girdik.
Sadece kitabı alıp çıkmadık da... Boş odada yerde üst üste duran rus
klasiklerine baktık. Kişisel geişimi kitabı okumayı sevip sevmediğimi sordun ve
kendimi tutamayıp küçümseyici bir eda ile; “kişisel
gelişim kitabı ile gelişecek kişilere hayat boyu mutluluklar dilerim ama bence
beylik laflardan başka bir şey söylemiyorlar” dedim. Tek kaşını yukarı
kaldırarak sinirlenmiş gibi yaptın ama dayanamayıp gülmüş bulundun. Belki o an
söyleyemedim ama boş bir odada içinin giderek dolduğunu hisseden, yerli yersiz
mekan ve zamanlarda durduk yerde ağlayacak gibi olan bir lise son öğrencisi
kişisel gelişim kitaplarıyla taşşak geçmeyip de ne yapsındı? Herşeyle taşşak
geçmek en iyi müdafaadır. Yazın bir kenara, çok faydasını görürsünüz.
Daha sonra ayakkabı
kutularınca dolu kasetleri inceledik, bazılarını kaset çalara koyup dinledik
bazılarını sana ödünç verdim. Üniversite hazırlık kitaplarımın köşelerine
çizdiğim, çöp adamların baş rolde olduğu çizgi filmlere bakıp dalga geçtin.
Salonun tam ortasındaki plastik masanın yanındaki plastik sandalyelerde basket
topları ve okunmuş mizah dergileri yığılı olduğundan önce yere, sonra yatağımın
ayak ucuna oturduk. Yatağın ayak ucunda otururken bir anda kendimizi sırtımızı
duvara yaslamış kunteper canavarı, l-manyak şehitleri ve duka film okuyup ağız
dolusu kahkaha atarken bulduk.
Derken saate
bakıp eyvah diye bir çığlık atmaya yeltendin ama oda boş olduğu için yankı
yapan sesinden bir an için korktun. Gözlerimi senden kaçırdım. O yankıdan sonra
yüzünün aldığı ifade bünyemde kahvaltıdan kalkmadan evvel yediğim son zeytinin
acı çıkmasına benzer bir etki yapmıştı. Bir nevi “hayat devam ediyor” etkisi.
Evden koşar
adımlarla çıktık, merdivenleri ikişer üçer indik, lojmanın bahçesinden okul
kapısına telaşlı ve neşeli bir depar attık. Eteklerin uçuşuyordu, gömleklerimiz
dışarı çıkmış, zaten gevşek olan kravatlarımız kendilerini iyice koyvermişti.
Okul girişinde kapıdakı nöbetçiye koşuma ara vermeden izin kağıdımı okuması
için buruşturup fırlatmış ve seni işaret ederek; “Birlikteyiz!” demiştim. Derse girmeden evvel çeşmede elimizi
yüzümüz yıkamak için kısa bir mola vermiştik. Ağzımı musluğa nerdeyse dayamış su
içerken omzuma dokunmuş ve taklidimi yaparak “Birlikteyiz” demiş ve memnun gülümsemeni takınıp “Demek birlikteyiz ha?” diye eklemiştin.
Musluğu kapatıp ağzımı elimle silerken ne diyeceğimi bilememiş bir şekilde
sırıtıyordum. Suratımdan bir türlü silemediğim kötü bir dövme gibiydi o
sırıtışım, Daha sakin ve soğukkanlı olmaya oldum olası özenmişimdir ama yapımda
yok.
Sınıftan içeri
girdik. Geç kaldığımız için zaten kendimizi hazırladığımız fırçamızı yedik ve
cık cık cık nidaları eşliğinde sıralarımıza yöneldik. Yediğimiz fırçayı da
cıklamaları da kumarda sürekli kazanan bir kumarbazın kumar sorunu ile ilgili
kendisine yöneltilen eleştirileri umursayacağı kadar umursuyordum.
Kafama çarpan
kağıt parçası irkilmeme ve arkama dönmeme neden olmuştu. Senden gelen ve
üzerinde telefon numaranı yazdığın kağıt parçasının nereye düştüğünü işaret
ediyordun. Kağıdı yerden aldım ve dikkat çekmemeye çalışarak usulca açtım. Ev
telefonunu ve cep telefonunu yazmıştın. Altında ufak da bir not vardı;
“Biliyorum kişisel gelişim kitaplarını sevmiyorsun
ama bunu ilk kez onlardan birinde okumuştum ve söylemem gerek; ben bugün öğlen yemeğinde odanın
boş tarafını değil dolu tarafını gördüm. Bilgin olsun. ;)”
O akşam eve
gidecek ve o kağıtta yazanları sıkılmadan defalarca okuyacaktım. Derken
televizyonda “Good Will Hunting” filmine denk gelecek ve izleyecektim. Robin
Williams ve Matt Damon’ın o meşhur “It’s
not your fault” diyaloğunun geçtiği sahnede daha fazla dolmamam gerektiğini
idrak edecek ve ağlamaya başlayacaktım. Ağladıkça; siktiğimin boş salonundan, evde
tek başımayken muhtelif kere eve gelen icra memurları ile yapmak zorunda
olduğum o sikik sohbetlerden, kışın soğukta sağına alınca sadece sağını, soluna
alınca sadece solunu ısıtan ama üşüme hissine asla kesin bir çözüm sunamayan o
elektrik sobasına kızıp sobayı duvara fırlatmış olmamdan, uykumun ortasındayken
yere düşüp ödümü bokuma karıştıran tavandaki o avizeden dolayı kendimi sorumlu
hissetmeyi bırakacaktım ve çok daha iyi hissedecektim.
Mithat Erdoğan
Biterken; "Elliott Smith - Between the Bars" çalıyordu...
Good Will Hunting "It's Not Your Fault" Scene
Sean: It's not your fault.
Will: [Will shrugs] Yeah, I know that.
[Will averts his eyes to the floor]
Sean: Look at me son.
[Will locks eyes with Sean]
Sean: It's not your fault.
Will: [Will nods] I know.
Sean: No. It's not your fault.
Will: I know
Sean: No, no, you don't. It's not your fault.
[Sean moves closer to Will]
Sean: Hmm?
Will: I know.
[Will stands up, trying to keep distance]
Sean: It's not your fault.
Will: Alright.
Sean: It's not your fault.
[Will closes his eyes, he's fighting for control]
Sean: It's not your fault.
Will: Don't fuck with me.
[Will shoves Sean back]
Will: Don't fuck with me, Sean, not you!
Sean: It's not your fault. It's not your fault.
[Will breaks into sobs. They hug]
Sean: Fuck them, ok?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)