30 Ekim 2011 Pazar

Bir acayip cumartesi sabahı kafası!

Dün sabah erkenden koşmak için Yoğurtçu parkına gittim. Saat sekiz buçuk dokuz suları idi ve park hemen hemen sakin sayılırdı. Parkta her zaman görmeye alışık olduğumuz yedi sekiz sokak köpeği kimisi Kurbağalı dere tarafına doğru, kimisi parkın ortasındaki boşluğa doğru, kimisi de basket sahası ve jimnastik aletlerinin olduğu kısma doğru uzanmış ve gayet uyuşuk ve donuk bakışlarla sağa sola boş boş bakıyor ve mütemadiyen esniyorlardı.

Temsili Sokak Köpekleri
Derken beş on dakika sonra köpeklerini gezdirmeye, işettirmeye-sıçırttırmaya ya da köpekleriyle bir takım oyunlar oynamaya gelen insanlar belirmeye başladı. Parkın gediklisi sokak köpeklerinde bir kıpırdanma olsa da bu dostane bir şekilde gerçekleşti ve herhangi bir aksiyona sebebiyet vermedi. Ama Kadıköy'ün bazen çok antipatik olabilen ve insanları primitifliğe özendirebilecek kadar gıcık sosyal demokrat aydın sakinlerinin çoğunun gereksiz hassasiyetleri sonucu bir kaç seçkin köpek ve sosyal köpek arasında meydana gelen yarı cinsel yarı oyun amaçlı havlama ve hırlama sonucu sokak köpekleri "bitli, saldırgan, tehlikeli, hareketleri önceden kestirilemez ve gerizekalı (evet köpeğe gerizekalı dedi malın teki!)" bulunarak parkın kenarına doğru siktir edildi. Resmen gariban sokak köpeklerinin huzurunu bozdular.
Bu da sahibine benziyor diye koyduğum evcil köpek
Park bana kaldı a.k ooh!! (temsili star gazetesi vasat altı mizahından bir tutam. -bilen bilir-)


Parkın sokak köpeklerinden ıslah edilip huzura kavuşturulmasını müteakiben orta üst gelir sınıfına ait evcil köpekler parkta; kah top peşinde koşarak, kah ağaç altlarına işeyerek, kah çimlerin en yeşil yerlerine yedikleri sağlıklı mamaların hakkını verip sıçarak parkın hayvan profilini bir anda gürbüzleştirdiler. Şimdi ben zamanında o parktaki sokak köpeklerinden üçünün saldırısında sol üst baldırımı ısırılmaktan son anda can havliyle köpeğin suratına yumruk atıp efsanevi bir depara kalkmak sureti ile kurtarmış bir insan evladı olmama rağmen bu köpeklerden nefret ediyor değilim. Hatta kendi kendime "gecenin 10unda deli s.kmiş gibi parkta koşarsan götünü köpek de ıssırmaya kalkar tinerci de saldırır kafasını s.ktiğimin salağı" diye söylenmiştim.

Asıl gelmek istediğim nokta ise yukarıda tarif etmeye çalıştığım manzaranın bir anda bende bırakmış olduğu izlenimdi. Aklıma nedense Sulukule'deki Roman vatandaşların çok komik rakamlarla evlerinden edilip evlerinin yerine Osmanlı mimarisine uygun olarak inşa edilmiş Villalar yapılması ve kodamanlara satılması geldi...

28 Ekim 2011 Cuma

Vereceğin mesaja da yapacağın espriye de...

Yaklaşık iki ya da iki buçuk saat evvel Yoğurtçu parkının yanından eve doğru yürüyordum ve maalesef "keşke dikkatimi çekmez olaydı, farketmemiş olaydım" dediğim bir manzara ile karşılaştım.

Şimdi ülke olarak araçların arkasından topluma verilen garip mesajlara ya da yazılara alışığız. Hatta ilgili yazılar bir nevi kültürümüzün parçası haline geldi bile denilebilir.

Ama bu akşam gördüğüm açık ara en manasız, en antipatik, en bayat, en yaratıcılıktan yoksun, en arada kalmış, en ne demeye çalıştığı belli olmayan araç arkası yazısı idi...

kaldırım kenarına parketmiş ahanda buna benzer bir arazi aracı idi

Aracın arkasında; This is your life, live it. Beğenmiyorsan, in it!  yazmakta idi.

Yanlış okumuş olabilir miyim diye durdum ve aracın arkasına bir daha ve bu sefer daha dikkatli bir şekilde baktım, doğru okumuş olduğumu görünce bir "hasbinallah" çekip küfrede küfrede hızlı adımlarla yoluma devam ettim. 

Yazıdaki espri sahibine de o yazıyı beğenerek aracının arkasına yapıştıran araç sahibine de bir çift lafım var; "Mizah anlayışınıza ossuriim emi!!!" daha fazla seviyesizlik yapmak istemediğimden yazıyı burada kesmek durumundayım!

Biterken tabii ki de "Belle and Sebastian - Get me away from here, I'm dying" çalıyordu...

27 Ekim 2011 Perşembe

Kişileştir(me)!

Gökyüzünde pastel bulutlar
şaşaalı voltalar atmaktalar.
Bankta oturan ihtiyar çift
düşürdükleri gençliklerini
sağda solda hayretle ararken.

Çamaşır sepetinde çoraplar
ve arka bahçede
bir çift mantar...
soruyor biri diğerine;
"acaba hangimiz zehirli,
hangimiz daha zehirli?" diye.

Koyu bir muhabbete dalmış
densiz ağrı kesiciler.
Gayet şen şakraklar
ve kıs kıs gülüyorlar
her zamanki gibi bakıp
tahta ecza dolabından...

Mithat Erdoğan

2006 Altunizade/İstanbul

Biterken "The Beatles- For the benefit of Mr. K"  çalıyordu

24 Ekim 2011 Pazartesi

Beyoğlu'nda Gayriresmi Bir Altsız Geçidi ve Manasız Bir Yumurta Savaşı

Aslında herşey çok normal başlamıştı bu sabah. Evet haftanın ilk günü idi ama ben her zaman pazartesiden değil de pazardan nefret eden biri olduğumdan bunu normal karşılayabiliyor ve giderek sündürüldüğü ve suistimal edildiğini düşündüğüm pazartesi sendromundan muzdarip olmayabiliyordum. Hatta pazar akşamı erken uyumuş olmanın verdiği dinçlik ve bilinç berraklığı ile vapurda okuduğum Çehov kitabından ortalamanın üzerinde bir haz almış, daha da ileri götürmem gerekirse tatlı bir iyimserliğe bile kapılmıştım neredeyse.

Daha sonra bu haftaki programım gereği haftanın ilk iki günü denetim çalışmasını gerçekleştirmem gereken Müşterimin Beyoğlu'nun Cihangir tarafına doğru kalan kısmındaki ofisine gittim. Gittiğimde geçen denetimde de olduğu gibi yine erken geldiğimi, binada kimse olmadığını farkettim. Bir anda içinde bulunduğum asabi halet-i ruhiyenin de etkisi ile sabahın erken saatlerinde Beşiktaş'tan aldığım patatesli açma ve yağsız süt bir kahvaltı menüsü olarak hiç cazip gelmedi. Ben de dar sokaklardaki eski ve ihtişamlı binalara bakarak yukarı doğru seğirttim ve köşede gördüğüm bir büfeye çöktüm. Sinirimi alsa alsa "yengen + portakal suyu"ndan oluşan yarı mükellef ve dört başı olmasa da iki başı mahmur diyebileceğim kahvaltı menüsü alır diye düşünüp siparişimi zerre tereddüt etmeden verdim.

İşte bu noktadan sonra olaylar -en azından bir iş günü sabahı için- enteresan bir hal aldı. Büfe'nin önünde oturduğum taburenin sağ tarafına doğru kaykılıp gelene geçene bakmaya niyetlendiğim sırada karşımdan sokağın ortasına doğru fütursuzca yürümekte olan evsiz berduşu farkettim. Ancak şöyle ki meczup berduşun altına don giyme zahmetinde bulunmadığı pantalonu paçalarında idi. Mecazi değil tam olarak kelime anlamı ile "s.kini t.şşağını" sallayarak sokakta geziniyor, elinde içinde iki ya da üç adet efes extra olan beyaz poşetten kaynaklanan çocuksu neşesi ile etrafına gülücükler saçıyor ve bir yandan da sigarasını tüttürüyordu. Tam "bu da olabilir canım evet normal ki" derken amca benim yanımda durup pantalonunu ağır ağır yukarı çekmeye başlayınca sinirim bozuldu ve gülmeye başladım.

Akabinde altsız hali ile fiziğini sokakta cömertçe sergileyen berduş abi pantolonunu yukarı çekmesini takiben yolun çaprazındaki marketin önüne gitti ve poşetten çıkardığı birasını yudumlamaya başladı. Bu esnada hazır olan siparişime kavuşmak ve bir an önce kahvaltımı edebilmek maksadı ile önüme döndüm. Bir ya da iki dakika kahvaltı ettikten sonra önümde bir kamyonet durdu ve kamyonetin şöförü ile sokakta elinde yumurta paketleri olan yaşlıca bir amca birbirlerine girdiler ve bütün esnaf -maalesef en iyi görüş açısına sahip yerde konuşlanmış olduğumdan- etrafıma doluştu. Kavganın sebebi ise "buradaki bakkal ve marketlere yumurtayı ben satıyorum sana kim sipariş verdi" diyen yaşlı ve yaya yumurta satıcısı amcanın araçtaki yumurta satıcısına atarlanması idi. Takribi beş dakika süren kavgadan sonra taraflar yollarına devam ederken geride tabaktaki yengen'i soğumuş, artık taze olmayan portakal suyu dibine çökmüş ve sinirlerinin ırzına geçilmiş beni bıraktılar...

İyi bir başlangıç, yarı yarıya başarı demektir Andre Gide

23 Ekim 2011 Pazar

1. Gezelim Görelim ve Muhakkak Yiyelim Etkinliği

Bu hafta sonu cumartesi günü daha evvel kararlaştırılmış olunduğu üzere iş yerindeki kemik tayfa ile -aşırı ve bilinçsiz alkol tüketimi sebebi ile Işıl'ı  fire vermek durumunda kalsak da katılım konusunda gayet başarılı idik- tarihi eminönü yarım adası ve lezzet turu aktivitesini gerçekleştirdik.

Rotamız; Sirkeci-Mahmutpaşa-Tekrar Sirkeci-Gülhane-Saltanat Yokuşu-Topkapı Sarayı ve Ayasofya Camii önünden Sultanahmet-Çemberlitaş-Nur-u Osmaniye-Kapalı Çarşı-Beyazıt-Süleymaniye-Vefa-Kadınlar Çarşısı ve oradan da taksi ile Tünel (Beyoğlu) şeklinde idi. 

Güne dair satırbaşları;

*Mide bulantısı ve halsizlikten muzdarip Işıl'ın 30 dk. gibi kısa bir sürede bir şemsiyeci bir tuhafiye dükkanı, bir pijamacı ve bir GS store'a gözleri ışıyarak ve yaşama sevinci ile koşması ve daha sonra taksiye atlayarak istirahat etmek maksadı ile aramızdan ayrılması ve günün geri kalanına katılamamış olması,
*Batuhan ve benim gezi boyunca yiyeceğimiz yemeklerin hayali ile geziye tutunmuş ve bu gaye sayesinde kendimizi motive ediyor olmamız,
*Kübranın Gülhane parkı önündeki mısırcıdan kürdan istemesi ve adamın Kübra'ya cebindeki tek kürdanı (ticari kaygıdan çok insanlık hali ile alınmış o kürden çok makbule geçti o da ayrı) vermesi,
*yine Kübra'nın Nur-u Osmaniye bir sanat galerisinde beğenmiş olduğu ve fiyatı 15.000 TL olan tablonun -ki ben en fazla 2.500 TL'dir diye tahmin etmiştim- sanat galerisi sahibi tarafından neden satılmadığına bir mana verilemeyip satılsın diye daha göz önü bir yere konulması -resmen kelebek etkisi oldu lan!-
*Beyazıt meydanından hemen sola girilerek sırası ile Eczacılık, HAY Eğitim, Sosyal Bilimler ve Erol Büfe geçilerek ulaşılan İ.Ü. İktisat Fakultesi Ek Bina 2 önünde burada okumuş olan şahsım ve Batuhan'ın yaşamış olduğu nostaljik anlar,
*Vefa bozacısında Atatürk'ün 1937 yılında boza içtiği ve müessese tarafından günümüze değin özenle muhafaza edilen bardağın görülmesi,
*Kadınlar pazarında lavabodan gelmesi bir hayli zaman alan Irmağın Batuhan ve Kübra tarafından -bastıran açıkltan mütevelit kapılmış olunan evham ve pimpiriğinde büyük katkısı ile- kontrol edilmek maksadı ile peşine gidilirken o sırada Irmağın geldiğinin görülmesi ve telaş içerisinde çaktırmadan masaya dönülmeye çalışılması,
*Kübra'nın efsanevi yemeklerin yenilmesi esnasında yemeği yerken içinden "annem ve babam ile buraya gelsem 2 porsiyon perde pilavı ve 2 porsiyon büryan kebap yeter mi" diye düşündüğünü itiraf etmesi, -düşün bu arada bizimle sohbet ediyor ve bi yandan yemek yiyor! saygı duydum ve hatta takdir ettim-
*Irmak tarafından masaya gelen her yemeğe ilişkin büyük bir merak ile şahsıma sorulan sempatik ahiret soruları, -bu hangi hayvanın neresi, nasıl pişiriliyor? içinde ne var, ben kimim? öz mü önce gelir töz mü? şeklinde sorular-
*Batuhan ile beraber Büryan kebabın altındaki yağlı ekmekten parça koparmaya muvaffak olabilmek için suratımızda bir bilim adamı ciddiyeti ile çatal, bıçaklar, hatta parmaklar ile verilen ve yemek masasını yerinden sarsan varoluş mücadelemiz -şahsen kendi adıma o hırsı tüm hayatım boyunca göstermiş olsaydım şu an en genç profesor ya da ekonomi bakanı olabilirmişim gibi geliyor!-
*Yemek faslından sonra tatlı faslına geçilen diğer mekanda yan masalardaki kavurma ile bir süre gayet flörtöz bir şekilde kesişen Batuhan'ın -yediği o kadar şeye rağmen- "tatlıdan önce ortaya bir de kavurma söyler miyiz gençler?" isimli çıkış parçası...
*Salı gününden beri sigara içmeyen şahsımın yemek faslı ve tatlı faslından sonra sigara içmemek için gerçekleştirdiğim ve sigara içmemem ile sonuçlanan, kazanmış bulunduğum mitolojik sayılabilecek irade savaşı,
*Zeyrekhane'den karşıya Unkapanı'na geçmeden evvel "o zaman şuradan aşşağa inelim" önerime gözlerini faltaşı gibi açarak "ORADAN MI!?" diyen Irmağın önümüzdeki 30küsür basamağı görmemiş olduğunun farkedilmesi,


"Bir noktadan sonra geriye dönüş yoktur. işte varılması gereken yer o noktadır" Franz Kafka (kebapçıya varmadan hemen evvel)

"Zevk ve neşe içinde yenen şeyler en kolay hazmolunurlar." Montaigne (yemek faslından hemen sonra)

21 Ekim 2011 Cuma

Sosyal Paylaşım Siteleri Aracılığıyla Verilen Toplumsal Tepkilerde Kabızlık Sendromu Sorunsalına Dair

Sosyal paylaşım siteleri üzerinden gösterilen tepkilere aslında çok uyuz değilim ancak bu tepkiler çoğu zaman tek tip ve çok sığ olarak gerçekleştirildiğinden zamanla zihnimde bu tepkilere ilişkin yapış yapış bir önyargı ve belli belirsiz bir tiksinti oluştu.

İnsanlar çok çabuk gaza geliyor bence. Ya da ne bileyim tamam toplumsal bilinç de tabii ki güzel birşey ama azıcık sürü psikolojisinden kaçınsak ve mikro bazda minimal de olsa bir yaratıcılığa sahip olabilmek adına bir gıdım çabalasak gösterdiğimiz tepkiler daha bilinçli, daha az antipatik ve daha az kendini yineleyen hatta daha çok akılda kalıcı olur bence.

Tabi bi de bu sosyal paylaşım sitesi üzerinden tepki verip vicdanını rahatlatma ve kendini aklama hissine kavuşmanın dayanılmaz hafifliği var. He oldu amk, twitter'dan facebook'dan tepki göster, o kadar. Gerisi sanki kendi kendine halloluyor, herşey yoluna giriyor. Ayrıca bu eylemi miüteakiben malca bir rahatlama yaşamaya ek olarak ekseriyetle beylik laflar ederek kendilerini bilge filozof mertebesine çıkarttıklarını zanneden  gerizekalıların da bonus olarak 4-5 kişide bir karşınıza çıkması tamamen başka bir online cinnet seansı sebebi!

Mesela bir sene evvel bir akşam işten gelip facebook sayfamı açtığımda herkesin profil resmi olarak hemen hemen tamamı çocukların ilgilerini çekecek ya da kendileri çocukken ilgilerini çeken çizgi film kahramanlarının resimlerini kullanmakta olduklarını farkettim. Kokusunun çıkması da hiç uzun sürmedi. Meğer o haftaki sorumluluk seansımız "çocuk istismarına son" imiş. E arkadaş tamam çok güzel bir noktaya parmak bastık, dikkat çektik de siz bu hususta kendinizi bu kadar tekrar eder ve eşşeğin dübürüne suyu kaçıracak seviyede  ileri giderek antipatik olmak için uğraşırsanız mevzu tamamen "çocuk istismarının istismarı" haline gelir ki biz de hem biraz bu durumu protesto etmek, hem biraz da -dürüst olalım- seviyesizlik yapmak maksadı ile ev arkadaşımla beraber birimiz dişi bir Anime porno kahramanını -ki bu ev arkadaşımdı- diğerimiz de Vladimir Nabokov'un ölümsüz eseri Lolita'yı -bu da otomatikman ben oluyorum- o akşam için profil resmimiz yaptık. 

Şimdi de PKK saldırısında şehit olan askerlerimiz mevcut ve insanlar yine tepki gösterme eşiğini geçmiş mallık, düz mantıklılık hatta cahillik içeren, kimseye hiçbir faydası ve çözüme katkısı olmayan ya da insanların acılarını dindirmeye yaramayacak boş boş tepkiler vermeye başladılar...

Bazen hakikaten sadece iyi niyetli olmak ya da iyi niyetli olduğunu zannetmek yetmiyor!

20 Ekim 2011 Perşembe

Eros Would Never Do That!

Tam karşımda öylece oturmuş
hiç konuşmadan yemeğini yiyorsun.
Aramızdaki dört,
bilemedin beş tabaklık mesafe
herşeyi tüm yalınlığı ile izah etmekte.
"Atılan bir okun hedefine giderken
yolunu sürekli yarıladığını varsayınca
hedefe asla ulaşamayacağı"
hipotezine ithafen
çatalımdaki lokmayı ağzıma atıyor,
sol göğsünün tam üzerine hayali bir ok fırlatıyor
ve acı acı  gülümseyerek;  
"Evet, farkındayım Eros bunu asla yapmazdı"
dediğimi hayal ediyorum.


Mithat Erdoğan
2007 Haziran
03:41
D.S.İ Altunizade Öğrenci Misafirhanesi
Biterken -King Crimson "Epitaph"- çalıyordu...

King Crimson

VAAD

Vaad

kara bir sivrisinek
sivri bir karasineğe;
"sen mi daha sivrisin?
yoksa
ben mi daha karayım?"
dediği zaman,
güneş enerjisiyle bozulan
"küçük hesap" makinemi
şeker pancarı tarlasına
usulca gömüp,
salı pazarından aldığım
en dandik ve şeffaf
çoraplarımla
ayakkabılarımı bile giymeden
sana koşacağım... 

Mithat Erdoğan
15 Mayıs 2007 Salı 02:26
Altunizade D.S.İ Öğrenci Yurdu
-Biterken Selahattin Onur horluyordu-

Büyücü (John Fowles)

John fowles'un ilk okuduğum kitabı "Fransız Teğmen'in Kadını" idi. Yazarın adını ya da "Fransız Teğmen'in Kadını" kitabının herhangi bir methini duymuş değildim. Mehmet'in kitaplığında okuyacak birşeyler kurcalar iken gözüme çarpmış ve Mehmet de; "oku lan işte! güzel kitap, fena değil" deyince kitabı almış, herhangi bir beklentiye kapılmadan okumaya başlamış ve çok beğenmiştim.


J.Fowles
Öte yandan "Büyücü" kitabını ise birçok olumlu yorum duymuş ve beklentilerimi yükseltmiş olarak okumaya başladım. Kitap buna rağmen boş zamanlarımı domine edip bir an olsun elimden düşmeden -700 küsür sayfa olmasına rağmen- 4.5 günde hiç baymadan kendini okutunca; buraya kitaba ilişkin izlenimlerimi ve fikirlerimi yazma ihtiyacı hissettim.

Kitabın kesinlikle;
-okuyanı aşırı derecede merak içinde bırakan,
-gayet sofistike ve mihenktaşı saylayabilecek bir sürü metne tutarsızlığa ve alakasızlığa mahal vermeden gönderme yapabilmiş,
-karakter tutarlılığına, bütünlüğüne, kesinlikle yeri geldiğinde yapılan tahlil ve çözümlemelere sahip,
-kurgu olayını aşmış,
-betimlemeleri sıkıcı olmayan tadında bırakılmış,
-ve de sonunun da sıçırtılmadan bağlanabildiği süpersonik bir edebi eser
olduğu kanaatini taşımaktayım.

Aslında daha fazla şey yazasım vardı ama spoiler vereceğimden, daha doğrusu spoiler vermeden izlenim ve fikirlerimi yazmaya muvaffak olamayacağımın farkında olduğumdan antipatik görünmemek ve sağ kulağımın çınlamaması maksadı ile yukarıdaki paragraf ile yetinmek durumunda kaldığımı itiraf etmeliyim.

W.Allen'ın ; "Eğer dünyaya bir daha gelseydim, The Magus'u izlemek dışında her şeyi aynı yapardım."dediği ilgili kitap uyarlaması filmin afişi. Sakın izlemeyin!

Ha bi de ana karakterleri kısa ve öz olarak iki ya da üç kelime tanımlasam ne yazardım diye merak ettim, bu da aşağıda mevcut;

Nicholas Urfe --> Cevval birVaroluşçu


Alison Kelly --> Hem Cool Hem Dayaklık
Maurice Conchis --> Septik Dümbük ya da Dümbük Septik

Lily de Seitas --> Ürkütücü derecede Yetenekli

Rose de Seitas -->  Yancı bir Merak Unsuru

Son olarak ;

“illa cantat; nos tacemus; quando ver venit meum?”*
[“She sings; I am silent; when will my springtime come?”]

*Pervigilium Veneris (Tiberianus-Latin poet)

16 Ekim 2011 Pazar

varolamamanın dayanılmaz öküzlüğü

Çok değil yarım saat evvel, içinde bulunduğum dolmuşun şöförü durduk yerde sinirlerimi ayağa kaldırdı. Dolmuş normal bir şekilde rotasında ilerken birden hızlandı ve beyaz bir arabanın önüne sağ şeridi kullanarak geçtikten sonra birden durdu ve dolmuş şöförü aşağıya atlayarak önüne geçtiği arabanın şöförüne doğru bağırarak ve el kola hareketleri yaparak ilerlemeye başladı. Buraya kadar herşey normal diye geçirdim içimden. Bir tane daha evrimini tamamlayamamış, varoluş mücadelesini bu tür durumlarda höt zöt yapmak, alttan almamak ve karşısındakine fiziksel ve psiolojik azami zararı verebilip kendisi ondan daha az zarar alabilmek zanneden yarı insan yarı hayvan mahlukatın iğrenç standart ritüeli daha başlıyor zannetmiştim ama bu seferki standartların da ötesindeydi.

varlık ve hiçlik (j.paul sartre)


 Şöförün ilerlediği arabada eşi ve arka koltukta 5-6 yaşlarında bir kızı olan orta yaşlı bir adam vardı ve adam başta şöförden gelen tepkilere insan gibi tepki verdi ama karşı taraftan herhangi bir insani yanıt alamadı. Dolmuş şöförü çıldırmış bir şekilde elini kolunu sallayarak, arabanın kapalı kapısını açmaya çalışarak ve küfürler yağdırarak hayvanlaşma yolunda emin adımlarla ilerlemekteydi. Dolmuştan inen bir kaç yolcu ve kaldırımdaki birkaç kişi adamı engellemeye ve durdurmaya çalıştı. Bu sırada arabadaki küçük kız ağlamaya başlayınca babası da artık dayanamayarak arabanın kapısını açıp bağırıp çağırmaya başladı. İşte bu aşamadan sonra çok garip bişey oldu. Sinirlenen dolmuş şöförü adamın da kendisi gibi davranmaya başladığını görünce bir an yüzünde bir memnuniyet ifadesi oluştu ve adama "bin alan arabana, bi de senle uğraşamam" diye bağırarak dolmuşa geri döndü ve aracı yeniden sürmeye başladı.

Şimdi bu noktadan sonrasında da ben oturduğum yerde resmen çileden çıktım. Be a.k'un çocuğu neyin peşindesin sen? Adamın yanında eşi ve çocuğu varken gösterdiğin davranış şekli nasıl bir patolojinin ya da o.çocukluğunun ürünüdür? Nasıl bir çocukluk yaşadın acaba? Evli ve çocuklu bir adam seni aracına alıp işkence ya da taciz mi etti de bu kadar tepkilisin? Ya da o adam trafikte sana nasıl bir saygısızlık yapmış olabilir ki g.tünü ellemişler ya da t.şşagını sıkmışlar gibi araçtan atlayarak ve habeş beygiri gibi koşarak araca sözlü ve fiziksel saldırıda bulundun?! Sinirimden okumakta olduğum penguen dergisini kıvırdım ve ineceğim yere kadar eşi ve çocuğu ile arabada oturan adamın yerine kendimi koyup güzide dolmuş şöförümüzü evire çevire ve küfrede küfrede dövdüğümü hayal ederek cadan dışarı baktım. Ama benimkisi varoluş mücadelesi değil tamamen hobi idi ve hayal da olsa her anından huzursuz bir zevk aldım. Ha bunu gerçekten hayata geçirse idim muhtemelen çok görkemli bir kavga yaşayıp dayak yiyebilirdim ama bunun için önce tersine bir evrim geçirmem gerekti...

Havaların soğuması

Açıkçası asla kışdan hazzeden bir insan olmadım. Havaların soğuması, kat kat giyinmek durumunda kalmak ve bu kat kat giyinmiş bir şekilde kullanılan toplu taşıma araçları, sürekli kapalı ve boktan olan gökyüzü, soğuk algınlığı vakalarında meydana gelen muazzam artışlar, çoğunu çok da sevmediğim kış meyveleri, sıcacık yatağı bırakıp işe gitmek -evet dört mevsim işe gidiliyor ama yatak ile sokak arasındaki sıcaklık farkından ötürü homurdanılan hatta okkalı bir küfür savrulan başka bir mevsim yoktur, kendimizi kandırmayalım- ve açık havada çok az şey yapabilmek...

Sanırım ben de bir arkadaşımın söylediği  "param olsa 6  ay adana-mersin civarında, 6 ayda tropikal iklime sahip herhang bir ülkede yaşarım" lafına canı gönülden katılmaktayım. Hayır bu nedir arkadaş ben anlamadım! Daha ekimin ortası resmen belam s.kildi soğuktan. Bir de geçen seneki gibi mayısa kadar devam edecekse of ki ne of!

Bir de bu kışı çok matahmış gibi öven insanlar mevcuttur. Tamam farklı düşüncelere saygı duymak gerek ama bazı arkadaşlar resmen kışın propagandasını, pazarlamasını yapmak için ellerini ovuşturarak havaların soğumasını bekliyorlar. Vay efendim çok romantikmiş, sokulmanın mevsimiymiş, evde kendine zaman ayırmaya fırsat verirmiş, üzerine kalın bir battaniye alıp koltukta uzanarak kahve eşliğinde kitap okuma mevsimi imiş vs...

Kantarın topuzunun kaçtığı bu gibi aşırıya kaçan hatta kaside tadındaki kış mevsimine dair fikir beyanatlarını sadece sinir bozucu bulduğumu belirtmekte bir beis görmüyorum. Hayır arkadaş kışla bağdaştırdığın şeylere bi dön de bak: kışın nesi romantik? ya da yaz-ilkbahar-sonbahar neden romantik değil? Sokulmak, yılışmak için soğuktan istifade etmek nedir o konuya hiç girmek istemiyorum. Evde kendine zaman ayırmak için sokakta götünün donması mı gerekiyor? Ha öyleyse kusura bakma bu senin mallığın! Kitap okuyabilmene saygı duyarım ama kitap okurken diğer mevsimlerde de yapılabilecek bin tane -hiç gerek olmadığını düşünsem de- atraksiyon sayarım...