5 Mayıs 2018 Cumartesi

Turistik Portakal*

öğle paydoslarında
Göcek-Merkez'e
salına salına yürüken
atılan adım sayısı,

yetiştirmeye çalışılan
işlerin bazen sıkıcı
bazen de eğlenceli kaygısı,

ve bir ilk yardım eğitiminde
ürkek bir şekilde
yarım yamalak tatbik edilen
bir kaç Heimlich manevrası...


Mithat Erdoğan
5 Mayıs 2018
Kayaköy - Fethiye / Muğla

Sence de aklına gelen bir şeyi unutmadan hızlıca not almak için telaşla eline aldığın bir kaç tükenmez kalemin hepsinin mürekkebinin bitmiş olması çok üzücü değil mi ? ;)


*Turistik Portakal ile Stanley Kubrick'in "Otomatik Portakal" filmine gönderme yapmış bulundum. Film de Anthony Burges'ın aynı isimli romanından uyarlanmıştır ve film de kitap da pek şahanedir.

Biterken "Travis - Writing To Reach You" çalıyordu.


Travis - Writing To Reach You

19 Ocak 2018 Cuma

Rahat Bırakın Beni

Satır başlarını tutmuş
laf kalabalıklarından
can havliyle
kaçtıktan sonra  
en çok da
açık kalmış 
sırt çantamdan 
fırlayan cümlelerime 
hayıflanmıștım. 

Kapımı kapatıp
dört  ayaklı masamın 
üç ayaklı sandalyesine 
kendimi bıraktığımda,  
üç - beş noktanın 
hesabını yapamazdım. 

O sinirle bir anda
imla kılavuzumu
imha etmiş 
ve tüm tırnak işaretlerimi
özensizce kesmişim. 
Farkında değildim.

Neyse ki;
çay kendini demlemiș, 
soba kendini yakmıș, 
tütün kendini sarmış
sigara kağıdına da
sakinleşebildim. 
Hatta biraz da olsa
huzur buldum. 


Mithat Erdoğan 
19 Ocak 2018
Kayaköy - Fethiye 



9 Ocak 2018 Salı

Üç Aylık

Arkamdan birisinin “Rıfat!” diye bağırdığını duyduğumda öğretmenler odasının önündeki merdiven olmasına aldırış etmeksizin merdivenlerden aşağıya yürümek yerine tırabzanın üzerine oturup aşağı kaymak sureti ile inmekteydim.

Merdivenlerin sonuna gelince çevik bir şekilde yere atladım ve sesin geldiği tarafa doğru kafamı çevirdim. Bağıran Kaan idi.
“Noldu lan?” diye yanıtladım.
Pantolonlarımın paçası tozlanmıştı, ben öne doğru eğilerek paçalarımı çırparken Kaan da merdivenden aşağıya koşarak inmişti ve şimdi tam karşımda durmaktaydı.

Her zaman ortadan ikiye özenle ayırdığı saçları bir hayli bozulmuştu ve yüzü gözü boncuk boncuk ter içinde idi. Bu emareler buraya kadar da depar atarak geldiği anlamına geliyordu. Nefesini toparlayıp lafa girdi;
“Ön bahçede müdürün lacivert Concorde’u duruyor. Okulda sanırım.”
“Hasiktir!? Harbi mi lan?”
“Harbi oğlum hatta bizim Onur müdürü yemekhanenin yanındaki sundurmaların orada tadilat yapan işçilerle konuşurken görmüş.”
“O ibne nerde?!”
“O bahçeye inmiştir bile, habeş beygiri gibi koştu Müdür’ün okulda olduğunu fark edince.”
“E hadi biz de herif dellenmeden gidelim yanına da üç aylıkları alalım.

Üç aylıklar, Anadolu Lisesinde okuyan öğrencilerden Devlet Parasız Yatılı sınavına girip burs almaya hak kazananlara Anadolu Lisesi boyunca ödenen karşılıksız bir burs idi. Okulun açık olduğu süre boyunca üç ayda bir yapılan bir ödeme düzeni vardı. Anneciğim sağ olsun Anadolu Lisesi, Öz-De-Bir, Özel Okullar sınavları vb. ne kadar sınav varsa beni hepsine soktuğu için bu sınavı da kazanıp burs almaya hak kazanmıştım. Hazırlık ve orta okul boyunca dört senedir çok işimi görmüştü bu para. Şimdi lise birinci sınıfa geçmiştim ve bu senenin ilk bursunu alacaktım. Etrafta liseye geçince alacağımız bursun normalden biraz daha artacağına dair söylentiler vardı ama üst sınıfların bizimle taşak geçmek için uydurdukları bir şey de olabileceğini düşündüğümden pek ümitlenmemeye çalışıyordum.

Kaan ile birlikte İkinci kattan zemin kata kadar depar attık ve ana kapıdan çıkıp bahçeye inen merdivenlerin başına gelince zınk diye durduk.
“Bak işte arabası şurada” diyerek bana yemekhanenin hemen yanında park halinde duran lacivert Concorde’u gösterdi Kaan.
“Arabayı gördüm tamam ama Müdür nerede oğlum? Bahçede hiç kuyruk görüyor musun?”
Ben böyle deyince Kaan sağ elini kaşlarının üstüne siper yapıp gözlerini kısarak bahçeye bakmaya başladı”
“Sen gözlüğünü niye takmadın lan? Bir de gözlerini kısıyor… Oturduğun yerden tahtayı göremiyorsun ibne!”
“Sus da bak lan sağa sola.”

Normalde bizi odasına çağırıp tek tek listeden ismimize bakıp bize imza attırdıktan sonra bursumuzu teslim etmesi gereken Müdürümüz her üç aylık burs ödeme zamanında bizi peşinden koşturur ve en az iki üç hafta geciktirmeden burslarımızı teslim etmezdi. Muhtemelen tembelliği ve dağınıklığından böyle yapıyordu ama hakkında bir sürü söylenti vardı. Burs paraları ile kumar oynadığını, paraları repo’ya ya da vadeli mevduata yatırıp beklettiğini filan söyleyenler vardı. Ben en çok repoya takılmıştım. Reponun ne olduğunu bilmiyordum ve bu çok sinirimi bozuyordu. Gerçi çok uzun sürmüyordu, unutup gidiyordum. Ama her üç aylık döneminde bu repo kelimesi aklıma takılıyordu. Babama sorsam çözülecek bir mevzu idi ama mevzu daha okulun bahçesinden çıkar çıkmaz buhar olup havaya karıştığından henüz babama taşıyamamıştım.

Ben kafamda bu düşüncelerle dalgın dalgın sağa sola bakarken Kaan bir anda çığlık attı.
“Allahıma gördüm, aha orada, sundurmaların arkasında işçilerle konuşuyor, bizimkiler de arkasında kuyruk yapmışlar ama arada işçiler olduğundan görmemişiz.”,
“Koş koş koş Kaan efendi”

Bahçeye inen merdivenleri ikişer üçer atlayıp rüzgar gibi uçarak sıranın en arkasına girdik. Arkasında biriken kalabalığın uzadığını gören Müdür, işçilerden bir sandalye istedi ve oturdu. Sonra kuyruğa bakıp “Teker teker gelin bakayım” dedi ve kendi yaptığı espriye güldü. O gülünce biz de güldük çünkü bu keyfi yerinde demekti. Gri takım elbisesinin içinden çıkardığı bir tomar parayı ve paralara sarılı A4 kağıdını hemen yanındaki tabureye koydu.

Üzerinden kalem çıkmayınca sıranın en önündeki çocuğa “Kalemin var mı?” diye sordu. Bir anda şaşıran ve korkan çocuk “Var ama sınıfta hocam” deyince sıranın tamamı titreşime alınan bir telefon gibi titredi ve boğuk bir gülüşme sesi telin hemen arkasındaki baraj gölüne doğru helezonik bir biçimde yayıldı. “Sınıftaki kalemi napayım ben evladım? Yanında kalemin var mı?!” diye sesini yükselten Müdür sinirlenmiş gözüküyordu. Hepimiz çocuğa sövüyorduk şu an. Çocuk da o kadar korkmuştu ki bembeyaz yüzündeki kıpkırmızı sivilceler kendi kendine patlayacak diye korktum bir an.

Müdürün yerli yersiz attığı dayaklar çok meşhur olduğundan sizinle sakin sakin konuştuğunda bile geriliyordunuz. Kabahatiniz olmasa da sanki dayak yiyebilirmişsiniz gibi hissedersiniz. Bahsettiğim dönemin 1990’ların sonu olduğunu belirtmek isterim. Şimdi ki gibi gereksiz bir öz güven ile şımartılarak büyütülmüş çocuklar o kadar fazla değil idi. Ayrıca çağdaş anne baba olacağım gazıyla çocuklarına sesini yükselten öğretmenleri dahi okul yönetimine şikayet eden veliler yoktu.

Misal benim babama göre öğretmen çoğu zaman haklı idi. Adana Erkek Lisesinden 1971 yılında mezun olmuş birine öğretmenin kabahatli olduğunu izah edemezsiniz. Ben denedim, edemiyorsunuz. Öğretmenler en fazla dümbüklük yapabilirler ya da iyi bir öğretmen olmayabilirlerdi ama dayak yediysen ya da azar işittiysen “muhakkak bir kabahat işlemişsindir” kuralı geçerli idi bizim evde.

Sırada bu gergin bekleyiş devam ederken bizim Onur; “Bende kalem var hocam.” dedi ve siyah bir tükenmez kalem sıranın ortalarından elden ele uzatılarak Müdüre ulaştırıldı. Onur bize dönüp yılışık bir şekilde göz kırptı. Ben ve Kaan da bilmukabele aynı yılışıklık gülüşle göz kırpmasına yanıt verdik. Müdürün siniri uzun sürmemişti. Rahatlamıştık.

Sıranın kendimize gelmesini beklerken Kaan’ı kolumla dürttüm ve;
“Bu sundurmalar, bu kadar işçi ne iş lan? Ne yapacaklar buraya biliyor musun?”
“Yemekhane ve kantindeki yemeklere alternatif olsun diye buradan da kebap satışı yapılacakmış. Baksana kocaman mangallar var işçilerin çalıştığı yerin arkasında, bir iki güne de onları takacaklar Müdürün sandalyeye oturduğu tarafta.”
“Okulda kebap mı satılacak artık öğlen arasında?”
“Kebap ve döner”
“İyiymiş de kaça satacaklar acaba?”


Bu durum; “Adana’da Anadolu Lisesi okumanın sür-realizminden bir tutam nasiplenmek” olarak açıklanabilir sanırım sadece. Hali hazırda yemekhanede sulu yemek ve kantinde de tost ile hamburger satılmasına rağmen kebaptan taviz vermiyorduk ve okul yönetimi de bunu makul bulabiliyordu. Koca şehir resmen kebabın etrafında dönüyordu. Adana; uydusu kebap olan küçük bir gezegendi!

Kuyruk hızla ilerlemekteydi ve bir kaç kişi sonra sıra bize gelecekti. O esnada Müdürün bana bir kaç saniye dikkatlice baktığını gördüm ve içimden bir “Hassiktir!” çektim. Derken sonunda sıra bana geldi. Müdür üç aylık tutarını sol eline aldı ve sağ eliyle A4 kağıdı önüme uzatarak, “Adın ne senin” dedi.
Yutkundum ve “Rıfat” dedim.
“Listeden adını bul da imzala, hangi sınıftasın sen?”
Boynumdan kulaklarıma doğru bir sıcaklık hissettim, dövmese bari dileğinde bulunarak;
“9-E’deyim hocam” diye yanıtladım.

Tırsmamın sebebi geçen hafta yaptığımız bir futbol maçından kaynaklanmaktaydı. Son bir kaç haftadır perşembe günleri okuldan sonra okulun yarı toprak yarı çim futbol sahasında maç yapmak için izin almıştık ve sekize sekiz kıran kırana maçlar yapıyorduk. Felsefe hocamız İsmail hoca da bir okul çıkışında bizim maçlardan birini seyretmiş ve ertesi gün bize “Şu yaşımızda takım çıkarsak sizi yeneriz lan!” diye takılmıştı. Derken bir sonraki perşembe için öğretmenler - öğrenciler maçı organize edilmişti.

Maç günü sadece altı öğretmen maça katılmak istediğinden öğrencilerden bir kaleci ve bir defans oyuncusu da öğretmenlerin takımında oynuyordu. Ben de evim okulun hemen karşısında olduğu için bu maçlara sürekli iştirak ediyordum. O gün de öğrencilerin takımında orta sahada oynuyordum. Maç başladıktan beş dakika sonra bir anda nereden çıktığını anlamadığımız bir biçimde koyu lacivert parlak bir eşofman takımı ve ayağında bembeyaz spor ayakkabılar ile Müdür sahaya daldı. Ağzımız açık kalmıştı, okulun tarihinde Müdürü spor yaparken gören yoktu. Defans oynayan öğrenci kenara alındı ve Müdür öğretmenlerin takımında stoper olarak maça dahil oldu. Fena da oynamıyordu.

Bazı hocalar ile az çok samimiyetimiz olduğundan çekinmeden ikili mücadeleye girebiliyorduk ama Müdürü karşısında gören Daniel Amokachi’nin hücum pres yaptığı stoper misali saçmalıyor ve çekiniyordu. Takıma bir tutukluk hakim olmuştu. Oyun bu şekilde on dakika devam ettikten sonra bizim takım sağ taraftan bir korner kazandı. Korneri atmak üzere topun başına Ali İhsan geçti. Ben de ceza sahası dışından penaltı noktası yönüne hareketlenip ön direk tarafındaki altı pasın biraz gerisinden sıçramak üzere pozisyon aldım. Rafet korneri kullandığında da aynen öyle yaptım. Güzelim ayak içi kavisli ve hafif sert orta da tam benim koşup zıplayacağım noktaya doğru gelmekteydi. İki ayağım ile olduğum yerde topa sıçrarken ön direk savunması yapan Müdür’ün de topa doğru hareketlenip zıpladığını fark ettim ama geç kalmıştı, ben çoktan yükselmiştim. Topa kafayı vurdum ve golü attım fakat topa kafayı vurduktan sonra sol yanağım ile çenemin köşesinin olduğu kısım hava topuna geç çıkan müdürün suratında patladı. Üstüne Müdür bir de bana çarptıktan sonra benim ivmem daha fazla olduğundan yere kapaklandı.

Gole sevinemeden; “Hocam iyi misiniz?” diyerek Müdüre doğru eğildim. Müdür’ün gözlüğü bir kaç adım öteye uçmuş ve kırılmıştı ve iki eliyle burnunu tutuyordu. Diğer öğretmenler beni hemen kenara çekip Müdürü yerden kaldırdılar ve okulun girişinde tepede konuşlanmış çeşmeye yüzünü gözünü yıkamak üzere götürdüler. Arkama dönüp bizimkilere baktığımda Kaan ile göz göze geldik ve Kaan gülerek “Yarrağı yedin oğlum sen!” dedikten sonra hepimiz birden kahkahalara boğulduk. Gülüyordum ama götüm de atıyordu. Allah'tan maç orada bitti ve Müdür tekrar sahaya dönmedi. Gözlüğü kırıldığından ve iki eliyle de yüzünü kapattığından olayın kahramanının ben olduğumu da görememişti. Maçı benim müdürün gözlüğünün kırılıp burnunun kanamasına sebep olan kafa golümle 1-0 kazanmıştık ama bu galibiyetin bedeli benim için çok ağır olabilirdi.


Şimdi tırsmamın sebebi de bu talihsiz olaydı. Bir anda o malum kafa topu mücadelesindeki öğrencinin ben olduğumu anımsarsa diye "Yusuf Yusuf" moduna geçmiştim. A4 kağıda imzamı attım, üç aylığımı aldım ve Müdür’ün yüzüne son bir kez korku içinde baktıktan sonra eliyle devam et hareketi yaptığını gördüm. Dayak yememenin verdiği rahatlıkla attığım her adımın tadını çıkararak okul binasına doğru yöneldim.

Arkamdan koşarak gelen Kaan’ı fark edince durup bana yetişmesini bekledim. Yanıma geldi ve “Müdür seni çağırıyor. Seni hatırlamış. Yeni gözlüğünün parasını senin üç aylığından kesecekmiş.” dedi.
“Siktir lan yavşak!” diye yanıtladım ve güldük.
Elimizdeki paraları dikkatle ve merak içerisinde sayarken öğlen arasının çoktan bittiğinin emaresi olan öğretmenler zili çalmakta idi.




x

Mithat Erdoğan
9 Ocak 2018
Kayaköy - Fethiye / Muğla    

5 Ocak 2018 Cuma

Sahil Şeridi

Yarım saatlik bir dinlence ve kahve molası için oturduğum kafede haddinden fazla zaman geçirdiğimi fark etmiştim. Masanın üstündeki kitap, defter, kalem ve fotoğraf makinelerinden mütevellit dağınıklığımı hızlıca toparladım. Garson kızdan jest ve mimiklerim vasıtası ile istediğim hesabı beklerken çantamı sırtıma takmıştım bile. Dört gün sürecek bir seminerin ikinci gün programına katılmak için Mali Müşavirler Odası’na gitmem gerekiyordu. Hava çok güzeldi, yürümeyi tercih etmiştim. Sahil boyunca gerçekleştirilecek otuz dakikalık bir yürüyüş hedefime varmamı sağlıyordu. Üstelik deniz kenarından yürüyecektim.

Hesabı ödedikten sonra, sol tarafımda uzanan deniz kenarında balık tutan yerli-yabancı, profesyonel-amatör birçok balıkçı gördüm. Benim gibi sabırsız biri için hiç de uygun olmayan balıkçılık ile asla aram iyi olmamıştı. On iki, on üç yaşında iken arkadaşlarımla bir yaz tatilinde balık tutmaya gitmiştim. O dönem yaşadığımız lojman bir baraj gölünün kıyısında idi.  Bir akşam üstü, göl kenarına yürümüş ve ikişer-üçer misinalarımızı sazan tutmak için uzağa fırlatmıştık. Sonrasında ise kayaların arasına sıkıştırdığımız misinaları gerip uçlarına tepelerinde minik çanlar olan demir çubuklardan takmıştık. Olur da sazan oltaya gelirse bu çanlar ötüyordu ve gidip çekebiliyordunuz.

Arkadaşlarım sabaha kadar orada kalırlardı. Oltaları hazırlama işini hallettikten sonra kayaların arkasındaki çam ağaçlarının dibine, pürlerin üzerine uzanırlar ve orada sabaha kadar kah sohbet edip kah uyuyarak balık beklerlerdi. Benim sıkılmam için iki saat yetmişti. “Sikerim sazanını da çanlı misinasını da!” diyerek hava karardıktan sonra tek başıma eve dönmüş, Micro Genius isimli atarimdeki ördek avı oyununu açıp yakalayamadığım balıkların hıncını atari oyunundaki ördeklerden almıştım.Bu ilk ve son balık tutma maceram olmuştu.

Yanlarından geçtiğim balıkçılar da birbirleri ile ahenk içerisinde görünmekteydiler. Hepsinin çok eğlendiği yüzlerinden okunuyordu. Buna yine anlam verememiştim. Anlam veremediğim şeylere dudak büküp geçmeye, üzerinde çok kafa patlatmamaya çalışıyorum şu sıralar. Tabi çok ilginç bir şey ise istisna uygulayabiliyorum. Derken sağımdan hızla bir bisiklet geçti. Balıkçılara odaklandığım için geldiğini fark etmedim ve irkildim. Arkasından bakınca bisiklet kullanıcısının bisikletini iki eli de gidonda değilken kullanan, at kuyruklu kocaman sırt çantalı birisi olduğunu görebilmiştim. Sağ elindeki cep telefonunu kulağına götürmüştü ve sol eli ile de sağ dirseğinin hemen aşağı kısmını kaşımakta idi. Uzaklaşırken attığı gevrek kahkahayı sürüş güvenliğini hiçe saymasından mıdır nedir küfür gibi algılamıştım.

Biraz daha ilerde üç kadın motosikletlerini park etmiş, kasklarını zemine yan yana koymuş ellerindeki koyu yeşil piknik sandalyelerini açmakla uğraşmaktaydılar. Bu esnada içlerinden biri diğer ikisine iş yerindeki o bet suratlı kadına ağzının payını nasıl verdiğini iştahlı bir şekilde anlatmaktaydı. Gıybetin rutubetli kokusu havadaki yosun kokusuna karışmıştı. Kadının hikayesini anlatırken ki iştahı takdire şayandı. "İşini de aynı şevkle yapıyor mudur acaba?" diye düşündüm ve güldüm.

Deniz tarafına bakmaktan sıkılıp kafamı aksi istikamete çimenlik alana doğru çevirdim ve fotoğrafını çekecek ilginç bir kare aramaya başladım. Kulaklıklarımı takıp biraz müzik dinlemeye karar vermiştim. İyi bir melodinin insana her zaman perspektif katacağına inanırım. 2000’lerde çok dinlediğim şarkılardan oluşan listemde karar kılıp rastgele çal modunu açtım. Beni karşılayan şarkı “The Smashing Pumpkins - Today” olmuştu. Leziz bir başlangıç...

On - on beş adım ilerlemiştim ki hemen ilerde hızlıca koşarak parendeler atan bir silüet gözüme çarptı. Bu silüet dairesel bir şekilde koşuyor ve devamlı bir biçimde parende atıyordu. Çimlerin üstünde olmanın da getirdiği konfor ile pervasızca hızlanıp atlıyor, ellerini çim zemine koyarken yatacağı yeri hazırlayan bir kedi kadar özenli davranıyordu. Çizdiği dairesel rotanın tam ortasında oturan başka bir silüet daha vardı. O tarafa doğru adımlarımı hızlandırdım. Yaklaştıkça silüet olmaktan çıkıp detaylıca ayırt edilebilecek figürlere dönüşüyorlardı. Oturan kişinin bağdaş kurmuş olduğunu anlayabiliyordum artık mesela. Biraz daha ilerleyince kafasını önüne eğmiş ileri geri sallandığını fark edecektim.

Bu esnada dairesel rotada koşarak parendeler atanın on - on iki yaşlarında bir erkek çocuğu olduğunu gördüm. Koştuğu gibi hızlı bir şekilde durmuştu birden. Ellerindeki çimleri silkeliyor ve hızlı hızlı nefes alıyordu. Uzun boynu, dar omuzları, yeni belirmeye başlayan adem elması ile fiziksel olarak tam bir ergenliğe giriş timsali idi. Yürümeye devam ediyordum, şimdi neredeyse aynı hizada idik ve artık adımlarımı yavaşlatmıştım. Yerde oturan kişi bir kadın idi. Kulağında kulaklık vardı ve elindeki kalem ile önündeki deftere bir şeyler yazıyor ya da çiziyordu.

Oturan kadına doğru yürümeye devam ettim. Parende atma tutkunu ergen şimdi de olduğu yerde bir kaç adım atarak amuda kalkmaya çalışmaya başlamıştı. İki ayağı üzerinde durmaktan pek hoşlanmadığından emin olmuştum. Kadına doğru beş on adım atmıştım ki gördüğüm manzara yutkunmamı sağlamıştı. Bağdaş kurmuş bir şekilde öne doğru kaykılarak oturmuş ve oturduğu yerde ileri geri sallanan kadının kot pantolonu ve t-shirt’ü arasından görünen beli ve sırtındaki tüyler tam arkasından vuran güneş ışığı altında parlamaktaydılar. Pantolonunun üzerine çıkmış siyah iç çamaşırının dantelleri de güneş ışığı altında yüksek kontrastlı bir kompozisyonun ana unsuru olarak göze çarpmaktaydı.

Olayı sadece fotoğraf açısından değerlendirdiğimi söyleyecek kadar riyakar ve sahte biri değilim. Erkeklik içgüdülerimin de tesiri ile yutkunmuştum tabi ki. İçimde hala bir fotoğraf çekme dürtüsü vardı fakat nedense acele etmiyordum. O an salt bir gözetleme dürtüsünün hakimiyeti altındaydım. Sonunda birkaç kare fotoğraf çekmeye niyetlendim ama kendimi fark ettirmeden fotoğraf çekebileceğim menzili çoktan geride bırakmıştım. Çok daha yakındaydım. Dolayısıyla, çekeceğim karenin kahramanı ile iletişime geçmem gerekecekti ve kendimi buna hazır hissetmiyordum.

Yürümeye devam ettim ve kadının önüne geçtikten sonra yüzümü ona döndüm. Şimdi kadını tam cepheden görebiliyordum. Yirmili yaşlarının ortalarında, koyu kestane rengi uzun ve hafif dalgalı saçlı, geniş, yuvarlak ama düzgün biçimli bir burna sahip, kahverengi gözlü ve nispeten zayıf bir kadın vardı karşımda. Üzerindeki gri t-shirt’ün önünde bir özel üniversitenin adı ingilizce olarak yazmakta idi. Bembeyaz kolları ve sivri dirsekleri hani neredeyse beyaz plastik çatal bıçakların gövde kısımlarını andırmaktaydı.

Yüzüne dikkatlice bakınca Bernardo Bertolucci’nin The Dreamers filminde Eva Green tarafından canlandırılan Isabelle karakterini anımsattığını fark ettim. Bahsettiğim şey fiziksel bir benzerlik değil, hal ve hareketlerinde, mimik ve jestlerinde mevcut bir benzerlik idi. O kadar ki birden kafamın içinde Jimi Hendrix - Third Stone From The Sun çalmaya başladı desem yalan olmaz. Bir kaç dakika olduğum yerde dikilip fotoğraf makinesini kurcalar gibi yaptıktan sonra kendi kendimden rahatsızlık duydum. Bir anda kendimi Nabokov’un Lolita’sındaki Humbert Humbert ile özdeşleştirmiştim. Evet belki kadın Lolita olarak nitelendirilemeyecek kadar genç, ben de Humbert Humbert karakteri kadar yaşlı değildim ama gözetleme işini abartmayı pek sağlıklı bulmuyordum. Ayrıca kendimi bir Nabokov karakteri ile özdeşleştirecek olsam bu, Humbert Humbert değil de Lujin Savunması kitabının kahramanı Aleksandr İvanoviç Lujin olurdu.

Kafamın içinde uçuşan düşünceler ve bir anda meydana gelen çağrışım anaforundan bunalmış ve bitkin bir şekilde olduğum yere, çimlerin üstüne oturdum. Third Stone From The Sun şarkısını tamamını tüm dikkatimi vererek dinlemek üzere açtım. Yüzümü denize dönüp suya ve yoldan geçenlere bakarak şarkının bitmesini bekledim. Şarkı bittikten sonra seminere geç kalmamak için yerimden kalktım ve iki üç adım yürüdükten sonra bir anda geriye dönüp yerde oturan kadına doğru kendimden emin bir biçimde ilerlemeye başladım. Yürürken bir yandan da fotoğraf makinemi çalıştırmış; diyafram açıklığı ve örtücü hızı ayarlarını yapıyordum. Kadının önünde durup elimle selam verdikten sonra kendi kulaklıklarımı hızlıca kulağımdan çıkardım ve onun da kulaklıklarını kulağından çıkarmasını bekledim.

Kadın şaşkın bir şekilde selamıma karşılık verdikten sonra hızlıca lafa girip gülümseyerek; “Size bir şey soracaktım; ulaşmaya çalıştığınız giz basitlik mi? İnsanı en karmaşık büyüden daha fazla etkileyen uyumlu basitlik mi?”* dedim. Daha sonra ise utanmadan sıkılmadan, hatta kendimden pek beklemeyeceğim bir şekilde kadının cevap ya da tepki vermesini beklemeden yüzünün aldığı ifadenin fotoğrafını çektim. Tam kendimi ifade etmeye hazırlanıyordum ki arkamdan bir ses “Ablaaa, abla bak sonunda amuda kalkabildim!” diye bağırdı. İki ayağı üzerinde durmaktan pek hoşlanmayan yeni yetme ergen sonunda kendi evrimini tamamlamış ve iki ayak üzerinden iki eli üzerine geçiş yapmıştı. Gerçi ayaklarını henüz dimdik tutamıyordu, bacaklarının arası bir hayli açıktı ve bacakları sağa sola doğru hareket ediyordu ama ben o kadarını dahi beceremediğim için çocuğun bu muvaffakiyetinden etkilenmiştim.

Çocuğa gülümseyerek; “O şekilde yaklaşık otuz - kırk dakika daha durabilirsen denizin üzerine doğru alçalmaya başlamış Güneş bacaklarının arasından batacak!” diye seslendim.


Mithat Erdoğan

5 Ocak 2018 Cuma


Kayaköy - Fethiye / Muğla.

*Vladimir Nabokov - Lujin Savunması'ndan bir alıntı