27 Haziran 2015 Cumartesi

Öğün

Çok uykusuzdum. Önümüzdeki masanın küçük oluşu ve tekinsiz görünüşünün de payı vardı gerçi. Dilim sürçmüştü. Farketmemiştim. Sigarayı sardığın kağıdı yalarken yüzünde müstehzi bir gülümseme; serçelerin su içmek için bir süs havuzunun kenarına bir anlığına konup sonra geri havalanması gibi belirivermişti. Sonra dayanamayıp, "Güleryüz değil, Yazıcıoğlu" dedin. Ne var yani? Senin de parmakların sürçmüştü, o sardığın sigaraların hali neydi allasen?

Masanın üstünde mecmua vardı, cacık vardı, tütün vardı, sigara sardığın kağıtlar ve zıvanalar vardı, pazı ve bulgur pilavı biftek ve patates püresi ile birlikte çat kapı teşrif etmişlerdi. Çatal ve kaşıklara ilave bir özen göstermek gerekmekteydi. Yoksa her an mermer zemine düşebilirlerdi. Sonra "lütfen" ve "pardon bakar mısınız" içeren cümlelere yelken açarak garsona seslenmek an meselesi olabilirdi. Unutmadan, masada telefonlar da vardı. Sinirimizi zıplatan e-posta mesajları ya da lüzumsuz aramalarla her dakikamıza ekşimekten zevk alan mesai ve mütemmim cüzü sayılabilecek mesleki sorumluluklar tepemizden bir yerden bizi gözetlemekte gibiydi.

"Kanım kaynıyor" demiştin o gün bana. Kanım kaynıyor diyen birine ne denir asla kestiremediğim için yüzüne bakıp gülümsemekle yetindim. Sahi, kanım kaynıyor diyen birine nasıl yanıt verilir ki? Okunacak kitaplar, dinlenecek şarkılar ve izlenecek filmlerden konuştuk. Zaten konuş konuş bitmiyordu meretler. Bir türlü tatmin olacak kadar zaman ayıramadığımız zevklerimiz vardı işte bizim de. Barfiks çekemediği halde asıldığı barfiks demirini bir türlü bırakmayan çelimsiz ama inatçı erkek çocuklar gibiydik.

İçimden yazmak geldi. Herşeyi bırakıp sadece yazmak. Bir yandan seni dinliyordum evet ama aklım da yazmaktaydı. O an o kadar şairane hissediyordum ki elimdeki telefonun google arama çubuğuna bile bir şiir karalayabilirdim. Bazen böyle hissediyordum. Sonra geçiyordu. Özellikle ofisime gidip de masama oturunca içimdeki bu yangını söndürmek için bir yerlerden su taşıyan yangın söndürme helikopterleri havalanıyor ve taşıdıkları suyu kafamdan aşağıya boca ediyorlardı. Bir anda prezentabıl bir beyaz yakalıya dönüşüveriyordum. Tatsız, tuzsuz, böyle lanet, çekilmez bir mahlukat oluyordum... Kafamdan aşağıya boca edilen o su nasıl kokuyordu biliyor musun? Fotokopi makinesinden yeni çıkmış sıcak bir A4 kağıdı, büyük kahve zincirlerinden alınmış, İngilizce telafuz edilmesi makbul afilli(!) kahveler ve büyük toplantı masalarının üzerine konulan küçük kristal kaselerin içindeki limon, mandalina ve mentollü şekerlerin karışımı kokuyordu. İçim kaldırmıyordu o kokuyu ama kusamıyordum da.

İş yerindeyken bazen o kadar bunalıyordum ki kafamı kaldırıp kulak kesiliyordum. Belki annemin beni eve çağıran sesini duyarım umudu besliyordum. Bir anlığına bile olsa imkanlar dahilindeymiş gibi gelen bir hülyaydı bu. Bir gün o sesi duyabilirsem işi gücü bırakıp eve koşacağım. Benim içimdeki gerçeküstücülük de bu kadar heyhat...

Yemeği bitirip çaylara geçmiştik. Kendimize çaylar demleyememiştik ama çiçek yine asfalttan çıkıyordu. E yüzümüz de gülüyordu. Hayat güzel sayılırdı. Plan yapmanın anlamsız mı yoksa gereksiz mi olduğu lafını ortaya attım. Sen sustun. Cevap vermedin. "Zaten plan yapamıyorum ki" dedin. "Sanki çok farkedecekmiş gibi" diye de ekledin. Şeker kullanmadığımız için çay bardağı altlığının kenarına yaslayıp yan yatırdığımız çay kaşıklarına gözüm takıldı. Çay kaşıklarına özendim. Elimi kafamın arkasına koyup dirseğim yere dayalı bir şekilde buz gibi mermerin üstüne öylece uzanmak istedim.

Çaylar da bitince öğrenilmiş çaresizlik içerisinde saate baktık. Bana hesap ödetmedin. Ofise dönmek zamanıydı. Benim yolum uzun, seninki ise kısaydı. Lokantanın bulunduğu o daracık ara sokaktan cadde-i kebire çıkınca aklıma niyeyse North by Northwest'in kapanış jeneriğinin başladığı o final sahnesi(*) geldi. Kendimi tünele giren o tren gibi mi hissetmiştim? Kim bilir? Uykuluyken insanın kafası farklı çalışıyor olabilir. Sana sarılıp öperken gittiğin kek kursundan bahsettiğin anekdotunu tamamlayacak cümleyi kurmakla meşguldün. Benimle meydana kadar yürüme teklifimi ciddiye dahi almadın. Üşengeçlik ve meşguliyet sahibiydin.

Kendi kendime "uyumam lazım" diye söylenip Galatasaray Lisesi'ne doğru seğirttim. Bugünün dilime pelesenk olan şarkısı "Soul to Squezze" idi. Tüm gün kafamın içinde çalmıştı. Şimdi de kendi kendime ;

"Where I go I just dont't know,
I got to, got to, gotta take it slow.
When I find my piece of mind,
I'm gonna give you some of my good time."


diye mırıldanarak kalabalığın arasına karıştım.

M.E. / Haziran 2015

Red Hot Chili Peppers - Soul To Squeeze

https://www.youtube.com/watch?v=0XcN12uVHeQ

(*)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder